Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Ünlü İngiliz şair ve düşünürü T. S. Eliot’un (1888-1965) Sevim Kantarcıoğlu tarafından Kültür Üzerine Düşünceler adıyla tercüme edilip Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıkan (Ankara 1987) kitabının Türk kamuoyunda hak ettiği değeri bulduğunu söylemek zor. Yayınlanalı oldukça uzun bir süre geçmesine rağmen, kültür-din ilişkisine getirdiği yorumların hala taze ve geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu çalışma ile Avrupa’nın kapısından içeri girme aşamasında olduğumuz şu günlerde bir Avrupalı düşünürün din ile kültür arasındaki ilişkiye yönelik düşüncelerinin birinci elden öğrenilmesi mümkündür.
Din-Kültür İlişkisi Nasıl Olmalı?
Eliot, “Kültürün Üç Anlamı” başlığı altında din-kültür ilişkisinin nasıl olması gerektiği ya da diğer bir deyişle “dinin kültürün nesi olduğu” sorularının cevabını aramaktadır. Bunun, yazarın vatanı olan İngiltere’de daha genel düşünürsek Avrupa’da bir sorun olduğu gibi Türkiye’de de aynı ölçekte ve nitelikte olmasa bile bir sorun olduğu açıktır. Çünkü bazı sorunlar vardır ki, bütün toplumları ilgilendirir. Öte yandan toplumların sorunları toplumu oluşturan fertlerin de sorunudur. Zaten “ferdin kültürü, içinde bulunduğu sınıfın ve toplumun kültüründen soyutlanamaz” (s.11). Din, hem fert hem de toplum hayatında belirleyici bir konumda bulunduğuna göre, her iki taraf (fert ve toplum) için de belirleyici unsur olması kaçınılmaz olmaktadır. Daha da ötesi kültür ve din bir birinden ayrı düşünülebilir mi? Eliot buna şöyle bir açıklık getirir: “Kültür ve dini bize iki ayrı kurum olarak aldırtan şey, Yunan ve Roma kültürlerinin Hıristiyanlığın etkisi altında kalarak yeni bir sentez oluşturmalarıdır. Bu karşılıklı etki öyle büyük olmuştur ki, hem etkilenen kültür hem de Hıristiyanlığın kendisi düşünce ve uygulamada çok değişmişlerdir” (s. 20). Bu noktadan hareketle “daha ileri gidip kültür dediğimiz şeyin ve dinin aynı şeyin farklı yönleri olup olmadıklarını da sorabiliriz” (s. 20) ifadesiyle kültür ile dini adeta bir bütünün iki parçası gibi düşünülmesinin mümkün olduğunu dile getirmekle birlikte, kitabının ilerleyen sayfalarında yer alan “Kültür ve dini aynı şeyin değişik yönleri olarak tanımlamak oldukça tehlikeli bir yaklaşımdır. Çünkü her iki kelimenin beraber kullanıldıkları zaman sahip oldukları anlam, tek başına kullanıldıkları zaman îma edebilecekleri anlamlara kayabilir” (s. 23) ifadesiyle bu şeklindeki yaklaşıma çekince koyar. Bununla birlikte kültür ile din arasında kuvvetli bir irtibatın olduğu da inkâr edilemez bir gerçektir. Nitekim onun “Kültür, aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş bir şeklidir” (s. 20) cümlesi bu gerçeğin açık ve yalın ifadesidir. Kültür ile din arasındaki bu aynılık ve bütünlük, bizi kültür ile dinin bir ve aynı şey olduğunu kabul etmeye götürür. O hale geliriz ki, “Çoğunlukla dinimizi savunurken kültürümüzü veya kültürümüzü savunurken dinimizi savunuyor olmamız kaçınılmaz bir durum” (s. 80) olur. Çünkü kültürel bir unsur, asıl itibariyle ya dinin bir esasının kültüre dönüşmüş halidir ya da dinin varlığını sürdürmesinin şartıdır. Bu unsurun ihmali doğrudan ya da dolaylı olarak dinin ihmalini beraberinde getirir. Dinî bir esasın ihmali de o esastan beslenen kültürel unsurların ihmali anlamına gelir. Öte yandan dinin bazı kültürel unsurlara manevî koruma desteği sağladığı da göz ardı edilmemelidir. Sözgelimi musiki bir kültürel unsur olmasına rağmen başta Mevlevî tekkeleri olmak üzere birçok dini kurum onun gelişmesine, sürdürülmesine ve korunmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Birçok bestekârın Mevlevî dedelerinden olması bu tespitin çarpıcı belgesidir.
Kültürel Çözülme ve Din
Dini kültürden bağımsız düşündüğümüzde, sözgelimi sanat faaliyetlerini kültürden tamamen ayrı gelişmeler olarak ele almamız gerekir ki, bu da toplum içinde iki ayrı kültür oluşmasına yol açar. Bu sadece bütünüyle kültürün parçalanmasına değil, söz konusu faaliyetlerin de kendi içinde düzey yitirmesine ve yoksullaşmasına neden olur. Nitekim Eliot “Estetik hassasiyet, dinî hassasiyetten ve dinî hassasiyet de estetik hassasiyetten koptuğu zaman fakirleşir” (s. 18) sözüyle, bu gerçeği tespit etmektedir. Bununla tabi ki dinin kontrolünde sanat yapmak öngörülmüş değildir. Burada ifade edilmek istenen husus, sanatın dinin hassasiyetlerine saygılı olmasıdır. Çünkü bütünüyle sanatın dinî sanat denilen bir yapıya indirgenmesi bu alanda yozlaşmaya ve tek tipleşmeye yol açar. Bunun aksi olan dini hassasiyetlerin göz ardı edilmesi veya dindarı rencide edecek bir sanat icrası da kültürel parçalanmayı veya yozlaşmayı beraberinde getirir.
Kültür ile dinin bir biriyle içi içe veya bir bütün olmaları, birinde meydana gelen gerileme ve çözülmenin diğerine de yansıması sonucunu doğurur. “Çünkü kültürün gelişimi ve bir kültür çok yüksek bir seviyeye eriştiği zaman uğrayacağı çözülme tehlikeleri hakkında söylediğim şeylerin dinin gelişimi için de geçerli olduğu gözden kaçmamalıdır” (s. 19). Bu tezine destek mahiyetinde şu örneği getirir: “Avrupa kültürünün Hıristiyanlık ortadan kalktıktan sonra yaşayacağına inanamıyorum. Bunu sadece Hıristiyan olduğum için değil, aynı zamanda sosyal biyoloji çalışmış bir kişi olarak da inanıyorum. Eğer Hıristiyanlık yok olursa bütün kültürümüz de yok olacaktır” (s. 135-136). Onu bu inanca ya da kanaate götüren “Birbirinden farklı kültürlere sahip olan toplumların kültürlerindeki ortak vasıfları yaratan hâkim güç, dindir” (s. 135) şeklindeki düşüncesidir. Aynı gerçek bizim toplumumuz için de geçerlidir. İslâmiyet’ten bağımsız bir Türk kültürü düşünmek ne kadar mümkündür? Sözgelimi dinî bayramlarımız ve Ramazan ayı, zaman kültürü itibariyle hala belirleyiciliğini devam ettirmektedir. Bu toprakların dinî bayramları başta Müslüman toplumların dinî bayramlarından farklı bize özgü ve kültürümüzün bir parçasıdır. Aynı şekilde camiler ve etrafında yer alan medrese, imaret, hamam, türbe gibi mekan kültürü unsurları da yine bize özgüdür.
Öte yandan kültürel çözülmenin toplumda farklılaşmadan kaynaklandığına vurgu yapan Eliot özellikle toplum içindeki ihtisaslaşmaya (branşlaşma/uzmanlaşma) dikkat çeker. Ona göre “Kültürel çözülme, kültürde ihtisaslaşmayı takip eden bir olgudur. Bir toplumun muzdarip olabileceği en köklü çözülme ihtisaslaşma ile olur” (s. 17). Çünkü keskin ihtisaslaşma, bir birinden bağımsız parçalı alanların oluşmasına yol açmaktadır. Diğer bir ifade ile ihtisaslaşma sonucu farklı bilim ve düşünce alanlarının oluşması, kaçınılmaz olarak bunun kültüre yansımasını beraberinde getirmektedir. Bu da sosyal ve kültürel alanda parçalanmaya gidilmesi anlamına gelmektedir. Kültür, barındırdığı unsurlar itibariyle parçalı bir yapı arz etse bile, parçalar arasındaki ahenk ve uyum birlikteliğin gerçekleşmesini ve sürdürülmesini temin eder. Hâlbuki günümüzde ihtisaslaşma, başka alanları hesaba katmaksızın çalışma ve araştırmayı öngörmekte veya en azından kendi alanına öncelik vermeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla kültürün hedefi ile ihtisaslaşmanın hedefi, bir biri ile çatışır bir görüntü vermektedir. İki Kültür (Ankara 2001) adıyla tercüme edilip Tübitak Yayınları arasında çıkan kitabında C.P. Snow aynı tehlikeye vurgu yapar. Ona göre uzmanlaşmanın/ihtisaslaşmanın kültürel parçalanmaya yol açmasının nedeni, karşılıklı anlayışın oluşturulamaması ve her branş sahibinin diğerini küçük görmesi sonucunda disiplinler arasında katı ayrımların meydana getirilmiş olmasıdır. (s. 70-71) Böylelikle her uzman kendi alanının gücü ve önemini ön plana çıkarmak suretiyle diğer branşların ihmal edilmesine bilinçli veya bilinçsiz ön ayak olmakta ve hatta teşvik etmektedir. Ancak branşlaşmanın getirdiği kültürel parçalanma yavaş ve bir ölçüde gizli seyrettiğinde bunu fark etmek o kadar kolay da değildir. İşte bu noktada “Kültürel çözülme nasıl fark edilir?” sorusunu sormak gerekir. Bu soruya Eliot, kültürel çözülme, toplumda iki tabakanın apayrı kültürler oluşturacak hale gelmesiyle fark edilir (s. 17) şeklinde cevap verir. Diğer bir deyişle kültürlerde yozlaşmanın ya da çözülmenin göstergesi, kültür içinde veya kültürü taşıyan toplum içinde birbirinden bağımsız kültür alanlarının meydana gelmesi; bunun sonucunda da birbirinden kopuk ve hatta bir biri ile çatışan gruplaşmaların oluşmasıdır. Yukarıda geçen din ile estetik arasındaki kopukluk ve bağımsızlık da bunlardan biridir. Eğer sanat adamı veya sanatçı dediğimiz kişiler, toplumun kültürünün bir parçası olan dinden habersiz olur ve dinî hassasiyetleri görmezden gelirse, bu sanatçının hitap ettiği kesimin diğer kesim ile arasında kopukluk meydana gelmesi kaçınılmazdır. Bu durumda sanatçı toplumun sanatçısı değil toplum içinde belli bir kesimin sanatçısı olur.
Din-Kültür-Siyaset
Aynı şekilde siyaset alanında da kültürden bağımsız dini eksen alan veya hareket noktası kabul eden bölünmeler, kültürel çözülmeye ve yozlaşmaya neden olacak önemli gelişmelerdir. Sözgelimi, “din eksenli” siyaset ile “dine ya da dinî olana karşı olmak” şeklindeki siyasetin, siyaset kültürünü yozlaştırdığı açıktır. Bu durumun toplumda birbirinden bağımsız kültür bloklarının teşekkülüne meydan vermesi diğer bir deyişle kültürel parçalanmaya ve toplumda keskin kutuplaşmaların oluşmasına yol açması öngörülebilir bir durumdur. Anılan türden yaklaşımların devletler ve toplumlar için ne denli yıkıcı sonuçları doğurduğuna dair tarihte birçok örneği bulunmaktadır. Bir dini veya mezhebi resmi inanç haline getiren ve insanların bu resmi inanca uymalarını zorunlu gören her anlayış, kültürler arasında derin uçurumlar açılmasına neden olduğu tarih araştırmacılarının tespitidir. Sözgelimi Bizans’ın Kalkedon (Kadıköy) konsili kararlarına uymayan Ermenilere baskı yapması, Abbasi Halifesi Me’mun’un Mu’tezile mezhebi ilkelerine bütün halkı uymaya mecbur tutması bunun tipik örnekleridir. Bu gün Hıristiyan mezhepleri arasındaki derin uçurumlar John Nef’in Sanayileşmenin Kültür Temelleri (İstanbul 1980) adıyla Erol Güngör tarafından tercüme edilen eserinde ifade ettiği gibi, batılı kralların resmî din politikaları sebebiyle meydana gelen başta otuz yıl savaşları olmak üzere din savaşlarıdır. (s. 188). Aynı şekilde Abbasî Halifesi Me’mun’un uygulamasının da Müslüman dünyada mezhepler arasındaki uçurumun derinleşmesine ve ciddî anlamda kültürel parçalanmaya ve yozlaşmaya neden olduğu ve bunun bugüne yansımalarının bulunduğu uzmanların malumudur. Hatta bazı tarih araştırmacıları, Abbasi Devletinin yıkılmasında onun bu resmi din politikasının büyük payının bulunduğu kanaati hakimdir. Nitekim Mehmet Akif, Osmanlı’nın son döneminde çözülme ve çökmeyi durdurmanın ve birlik ve bütünlüğü sağlamanın çaresi olarak “Müslüman unsurları İslam bağı ile gayr-ı Müslim unsurları da vatan bağı ile bağlamanın gerekliliğini” vurgulamaktadır. (Faruk K. Timurtaş, Mehmet Akif ve Cemiyetimiz, Ankara 1987, s. 137) Dikkat edilirse Akif’in bu önerisinde İslam dininin Müslüman unsurlar arasında kuvvetli bir bağ olduğu vurgusunun yanı sıra gayr-ı Müslim unsurlara karşı dini bir bağ öngörülmediği açıkça görülür. Çünkü onlara yönelik bir dini bağ öngörüsü dinî baskı anlamına gelir ki, bu zaten tasvip edilen bir husus değildir.
Sonuç olarak din ile kültür arasında bir birlik ve bütünlüğün olduğu açıktır. John Nef’in ifade ettiği gibi bütün sahalarda bir dereceye kadar maddi refaha sahip olmak şart ise de belli bir noktadan sonra maddî refah, toplum içinde bir kesimi kuvvetlendirirken diğerini zayıflatan bir rol oynamaktan öteye gitmediği bir gerçektir. Toplumlarda derin gelir uçurumlarının ve buna bağlı olarak refah düzeylerindeki açıklığın nedeni budur. Dolayısıyla toplumların manevî hayatına katkı sağlayan kültür unsurlarının etkilerini ve katkılarını rakam ve istatistikî yöntemlerle belirlemek mümkün değildir. Bunların varlığı, toplumda huzur ve sükûn ortamının bulunması ile; yokluğu da, derin anlaşmazlıkların ve huzursuzlukların varlığı ile bilinir. Toplumsal barış ve bütünlük, ekonomik ve bilimsel olduğu kadar manevî, ahlakî ve estetik kültür temellerine de dayanmaktadır (bk. s. 204).
*Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.