“Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.

Bununla, Allah geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlayacak.

Sana nimetini tamamlayacak.

Seni dosdoğru hak yola ulaştıracak.

Ve Allah sana en güçlü desteği verecek.”

(el-Fetih 48/1-3)

Fetih, açmaktır. Bu; kapı, pencere veya kilit açmak gibi bir anlama gelebildiği gibi gönlü açmak, gam ve keder bulutlarını dağıtmak, kalbin perdesini, basiretin hicabını kaldırmak, gönül kapılarını ardına kadar dayamak anlamlarını da içerir. Bu anlamda bir misafire kapısını açan ile bir dosta gönlünü açan arasında bir fark yoktur. Fetih kelimesi işte böyle hep güzel, hayır ve iyilik çağrıştıran olumlu anlamlarda kullanıldı hâlâ da öyle kullanılmaktadır.

Bir ülkenin zalimden kurtarılması, zulmün bertaraf edilmesi ve düşman elinden bir beldenin alınmasına da fetih denildi. Fetihle hakkın hükmü, zâlimin zulmüne galip geldi. Hakikat yerini buldu, zulüm yok oldu gitti. Çünkü hakkın gelmesi zulmün gitmesiydi. Mekke’nin fethi, İstanbul’un fethi işte böyle bir şeydi. Fetheden fâtihti. O ne güzel insan, ne hayırlı kul idi. Mekke’nin fâtihi ile İstanbul’un fâtihi aynı adı taşıyordu. Onlar iki güzel insandı. Biri peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) diğeri ona ümmet olma şerefine ermiş olan Sultan Mehmed/Muhammed idi.

“Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik”

Bir güzel insan düşünün ki, tek başına yola çıkmış Allah’ın “Oku” emriyle gönüller fethediyor, ilahî rahmet pınarlarını fethettiği gönüllere akıtıyor. Gönüller dolsun, gözler doysun diye… “Ey örtülere bürünen, kalk ve uyar şu gafil insanları” (el-Müddessir 74/1-2) buyruğu ile yerinden sıçrıyor, gaflet içinde yanlışa giden, yoldan sapan insanları topluyor ve onlara ilahî buyruğu bildiriyor; zulmet kapısını kapatıp nur kapılarını açıyor. Adeta şöyle diyor: Ey insanlar! Cehennem ateşinden uzak durun, cennetin nuruna gelin, kulaklarınızı ve gönüllerinizi açın verin, gözlerinizden perdeleri kaldırın! Ama onların sanki kalpleri ve kulakları mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş. Sanki kör, sağır ve dilsiz bir haldeler. Bu ilahî çağrıyı duymuyorlar, görmüyorlar ve konuşmuyorlar… Kalplerini zulmet basmış, gözleri kararmış, dilleri lal olmuş.

Gaflet içindeki bu insanlar hakikate uyanamadılar ama batıla göz kırptılar ve zulmet içinde kalmaya razı oldular. Hatta gelin ey ahali putlarınızı destekleyin, onların lanetlenmesine ve yıkılıp gitmesine müsaade etmeyin diye hakka ve hak davetçisine karşı çıktılar. Hakikati getiren, gönüllere vahiy pınarlarını akıtan Allah’ın Rasûlüne gönül insanına iftiralar, hakaretler, eziyetler ettiler. O güzel insanı barındırmadılar ve çıkardılar doğduğu, büyüdüğü, yurt edindiği beldesinden. Allah ona yeni bir yurt ihsan etti. Yeni kapılar açtı, hayırlar bahşetti, hayırlı insanlarla buluşturdu.

Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.

Yani Yesrib’in kapılarını açtık ve orayı senin için yurt kıldık. Çünkü oranın güzel insanları sana ve getirdiğin dine yardımcı olmayı seçtiler ve ‘ensâr’ ismine layık oldular. Evlerini, bahçelerini, bağlarını, yurtlarını açtılar. Hepsinden daha önemlisi gönül kapılarını açtılar. Allah onların gözlerinden perdeyi, kalplerinden gam ve kederi, kulaklarından pası sildi; güzele, hayra ve ihsana erdirdi. Ve Yesrib fetihle buluştu.

Onun Yesrib’i teşrifi bir fetih idi.  Bu fetihle onlar üzerlerine bedir doğmuş hissettiler. Geceleri gündüze döndü, gündüzleri hayır ve berekete gark oldu. Ve Rabbimiz buyurdu: “Biz senin için apaçık fetihler ihsan ettik.” O’nun gelişi şerefine ve onun vesile olmasıyla Yesrib’e medeniyet geldi ve Yesrib Medine oldu. Ve Medine’den medeniyet doğdu. Medine nura gark oldu. Nur âfâkı kapladı. Medine’ye Münevver sıfatı eklendi. Medîne-i Münevvere oldu. Gönüller ona yöneldi. O gönülleri aydınlattı.

Zulmet zulüm olup buradaki ışığı boğmak istedi. Ama o güzel insanlar o zulmeti hendeğe gömdü. Gelen müşrik zulüm ordusunun önüne hendek kazdılar. Nurlu Medine’ye onların karanlığının çökmesine izin vermediler. Onlar, engeli karşılarında veya gökte arıyorlardı ama ayaklarının dibinde buldular. Zulüm olan zulmet, surla değil hendekle durduruldu. O güzel insanlar, sahabîler gecelerini gündüzlerine katarak kazdılar kazdılar… Kan ter içinde kaldılar. Bir kaya onlara direndi. Aşamadılar, kıramadılar ve sökemediler. Allah’ın Elçisini yardıma çağırdılar. Geldi, kazmayı aldı ve vurdu. Her vuruşunda kayandan kıvılcımlar çıktı. Her kıvılcım bir fetih müjdesiydi. Şam’ın, Irak’ın, Mısır’ın ve Endülüs’ün fethi… Semerkant’ın, Buhara’nın, Kavrevan’nın ve İstanbul’u fethi… Bu müjdeyle Müslümanlar yirmi yıl içinde Çin’den Atlas Okyanusuna kadar olan yerleri fethettiler. Gönüllere İslam nurunu götürdüler. Bir kıvılcımda cihanın fethi saklanmış ve gösterilmişti o Yüce İnsana. Boğmaya gelen zulüm hendekte boğulmuştu. Rahmet kapıları açılmış ve Mekke yolu görünmüştü.

Ve Allah sana en güçlü desteği verecek.

Allah’ın yardımı geldi, göç düzüldü, bütün hazırlıklar tamamlandı ve Mekke yoluna düşüldü. Bir zamanlar küçük dağları ben yarattım havasındaki Ebû Süfyan bu gidişi durdurmaya çalıştı. Ama sular tersine akmazdı ve öyle oldu. Mekke’nin fethi müyesserdi ve mukadderdi. Kalem yazmış, kağıt dürülmüş, mürekkep kurumuş, mühür vurulmuştu. Savaş istenmiyordu. İlk gidişte de savaş istenmemişti, şimdi de istenmiyordu. Allah Elçisinin Mekke’ye ilk gidişi/dönüşü bir umre ziyareti içindi. Ama buna bile müsaade etmedi müşrikler. Ancak karşı koyamayacaklarını ve engel olamayacaklarını anladılar ertesi yıl umre yapmak üzere barış imzaladılar. Buna Hudeybiye Barışı denildi. Bir yıl sonra Peygamberimiz ashabıyla geldi, sessiz, sakin ama vakûr bir eda ile umresini yaptı ve döndü.

Şimdiki geliş böyle değildi. Mekke fetholunacaktı. Karar böyle çıkmış, kader defteri dürülmüş, hüküm verilmişti. Sahabe ordusu kararlı bir şekilde yürüdü. Bu yürüyüş Mekke’nin yeniden dirilişi idi. Kabe’nin ihyası ve müminlerin kıblesinin putlardan arındırılması idi. Şirk son bulacak, putlar devrilecekti. Faydası da zararı da olmayan kendi halindeki bu taşlara taş olma itibarı verilecekti. Onlar Yüce Allah’a şerîk kılınma aracı olmaktan kurtarılacaktı. Bu, adaletin tesisiydi. Çünkü adalet, insana insan, taşa taş ve hayvana hayvan muamelesiydi. İnsanın tanrı, taşın put, hayvanın kutsal olması onlara haksızlıktı ve adaletsizlikti. Fetih bu haksızlığın önüne geçmekti ve geçti.

Tek tek kaldırıldı putlar. Kabe temizlendi ve namaza hazır hale getirildi. Orası bir mescit idi. Alnın yere geldiği, insanın huzur bulduğu Allah’ın eviydi. Müslümanın kıblegâhı ve tevhidin nişanı idi. Herkes orada bir olan Allah’a yönelecek ve O’nun huzurunda eşit olacak, denk duracak ve dengesini bulacaktı. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktu. Herkes hür ve herkes Allah’ın katında kul idi. Neticede insan, kula kul olmaktan Allah’a kul olma şerefine ermişti.

Allah sana güç kuvvet verip fetih gerçekleştiğinde insanların dalga dalga İslam’a girdiğini gördüğünde Rabbini hamd ile tesbih et. Ondan bağışlanma dile. O hiçbir tövbeyi geri çevirmeyendir.” (en-Nasr 110/1-3)

Allah’ın vaadi gerçek oldu. İlahî yardım geldi, fetih gerçekleşti. Arap yarımadasının sakinleri dalga dalga gelip O’na bağlılıklarını bildirdiler. İslam oldular, barış buldular. Ama o yüce Fâtih hiç gurur ve kibre kapılmadı. Ayakları yerden kesilip ne oldum delisine dönmedi. Sâkin, vakûr ve gösterişten uzak devesinin sırtında Mekke’ye girdi. Herkesi affetti ve herkese sükunet telkin etti.

Hz. Aişe (r.a) bildirdi: Nasır suresi nazil olduktan sonra Allah Rasûlü şu duaları okumaya başladı: “Sühhâneke Allâhumme ve bi hamdik, estağfiruke ve etûbü ileyke =Seni her türlü eksiklikten tenzih ederiz. Allah’ım, bütün övgüler sanadır. Allah’ım senden bağışlanma diliyorum, sana tevbe ediyorum!” (Riyazü’s-Sâlihîn, no: 114)

Bu O’nun kulluk şerefine razı olması, Allah’a yönelip bu şerefin tadını çıkarmasıydı.

O dilinde tesbîh, gönlünde tevhit ile Rabbine sığındı.

Her yapılanın her gerçekleşenin bir bedeli vardı. Her kötülüğün cezası olduğu gibi her iyiliğin ve her başarının da bir mükafatı vardı. Fetih semeresiyle geldi. Yüce Allah o güzel İnsan’a geçmiş ve gelecek bütün günahlarının bağışlanacağı müjdesini verdi. Böylece Yüce Peygamber, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış bir kul oldu. Ama O yine mütevazı yine kulluk şerefine ermenin mutluluğu içindeydi. İnsanlardan biriydi. Öyle kaldı. Onların içindeydi, aynı yolda yürüyor, aynı sudan içiyor ve aynı dili konuşuyordu. Bir müminin kılına zarar gelmesi onun ağırına gidiyordu. Çünkü müminlerine çok düşkün, çok merhametli ve çok şefkatliydi. O çevresini kuşatan müminleri ile birlikte fethe nail olmuştu. Fetih gerçekleşmiş, din kemale ermişti. En büyük semere de bu idi.

“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”

(Maide 5/3)

  • PAYLAŞ