Marufu Emir ve Münkerden Nehiy İlkesinin Şartları




Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska yani küfre düşmüş olanlardır.”[1]

Yukarıdaki ayette kastedilen maruf, iman, münker ise küfürdür. Zaten ayetin “Kitap Ehli de inanmış olsaydı” kısmı buna açıklık getirmektedir. Çünkü Ehl-i kitabın öncelikli olarak yapmadığı/yerine getirmediği husus, ahlakî ve toplumsal görevler değil iman etmemektir. Zaten bu ayetteki maruf ve münker tefsircilerce iman ve küfür şeklinde anlaşılmıştır. Nitekim onların çoğunun fasık olmasının küfür dışındaki günahları şeklinde yorumlaması sıkıntıya yol açacak niteliktedir. Zira böyle bir yorum, onların işledikleri küfür dışındaki günahın veya suçun hangi dine göre günah veya suç olacağı karmaşasını beraberinde getirir. Bu durumda müfessirlerin genelinin kabul ettiği gibi buradaki fasık, kafir veya müşrik anlamındadır. Ancak Fahreddin er-Razî şöyle bir açıklık getirmektedir: “Bir kafir bazen kendi dininde adil veya kendi dininde fasık olabilir. Hatta onun yaptığı bir fiil bütün toplumlarca reddedilmiş olabilir. Böylece o kişi kafir olduğu için Müslümanlar tarafından, kendi dinince fasık olduğu için de dindaşları tarafından makbul bir şahıs sayılmaz.”[2]

Marufu emir ve münkerden nehyi Fahreddin er-Razî’nin de işaret ettiği gibi en geniş anlamda kabul edecek olursak, burada asıl olarak marufu emir ve münkerden nehiy faaliyetinin, bir sivil toplum faaliyeti olmasıdır. Bunun anlamı, kişilerin kendiliklerinden Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve toplumsal yarar ummak kastıyla bu faaliyeti gerçekleştirmeleridir. Ancak yine de bu faaliyet tümüyle kişilere terk edilemeyeceğini gören eski ulema bu alanda devletin de bazı düzenlemeler yapması gereği üzerinde durmuşlar ve ortaya hisbe veya ihtisab teşkilatları çıkmıştır.  Hisbe teşkilatı resmi bir teşkilattır hatta Osmanlı’da muhtesip şehir kadısının yardımcısı gibidir. Önceki İslam devletlerinde de muhtesip bir devlet memurudur. Hatta bazı fakihler muhtesibi, kadı ile şurta (polis) arasında bir konuma yerleştirmişlerdir.[3] Ancak İslam hukukunun uygulanmadığı bugünün bazı toplumlarında iyiliği teşvik ve kötülükten alıkoyma faaliyetinin toplum ve fertler tarafından yerine getirilmesi beklenebilir. Yani bazı şahıslar bir vicdani görev olarak Allah rızası için mevcut şartlar içinde böyle bir uygulama/görev yapabilirler. Ancak bunun için bazı hususların diğer bir deyişle marufu emir ve münkerden nehyin şartlarının iyi bilinmesine ihtiyaç vardır. Çünkü bu konudaki yapılması veya yapılaması gereken hususlar bilinmezse ata sözünde geçtiği gibi “kaş yapayım derken göz çıkarma” gibi bir olumsuzluğun meydana gelmesi söz konusu olabilir. Bu da bir tavsiye ve temenniden ibaret kalır.

*

el-Emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-münker: İyiliğe teşvik kötülükten sakındırma anlamına gelen bu ilkenin kabulü ve uygulanmasının gerekliliği konusunda İslâm ümmeti içerisinde ihtilaf yoktur. İhtilaf iyinin ve kötünün ne olduğu ya da nasıl bilineceği hususundadır. Kimine göre aklın kötü olarak gördüğü ve bildiği kötüdür, kimine göre ise naklin yani Kur’an ve sünnet naslarının kötü olarak nitelediği ve haber verdiği kötüdür. Bu konuda eskiden mezhepler ve alimler arasında farklılıklar meydana gelmiştir. Sözgelimi Ehl-i rey denilen Irak mektebine mensup Hanefiler ve Mu’tezile alimlerinin kanaatlerine göre iyi ve kötünün bilinmesinde naklin yanından akla da itibar edilirken, Ehl-i eser de denilen Malikî, Şafiî ve Hanbelî gibi Ehl-i hadis mezheplerinin görüşüne göre iyinin veya kötünün bilinmesi ancak nakille yani naslarla sabittir. Bununla birlikte her mezhebin tek bir çizgi üzerinde olduğundan bahsetmek de mümkün değildir. Sözgelimi, Mutezile mezhebinden Ebu Ali el-Cübbaî’ye göre maruf ve münker akıl ve nakille, yine aynı mezhepten Ebû Hâşim’e göre ise birine zulüm edilmesi hariç nakille bilinir.

Mu’tezile mezhebine göre beş temel inanç ilkesinden biri olan el-Emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-münker yani iyiliğe teşvik ve kötülükten sakındırma yükümlülüğü bazı durumlarda kişinin üzerinden düşer. Bunlar,

1. Münker ve ma’rufun bilinmemesi

2. Çirkinliğin işlendiği yerde bulunulmaması,

3. Daha büyük bir zarara neden olma durumu, (bir kişi için büyük bir cemaate ceza vermek gibi)

4. Sonucunda mala veya cana zarar gelmesi ihtimalinin bulunmasıdır.[4]

Eş’arîlere göre ise, iyiliği teşvik (el-emru bi’l-ma’rûf), teşvike konu olan şeye göre değer kazanır: Konu vacipse görev de vaciptir, mendupsa görev de menduptur. Bu görev için yetkili bir kişi ve kurumdan izin almaya da gerek yoktur. İyiliği teşvik etmek veya kötülük hususunda uyarıda bulunmak herkesin kendiliğinden yapması gereken bir görevdir. Nitekim sahabenin uygulaması da bu şekilde olmuştur.  Ancak Eş’arîlere göre bu görevi yerine getirmenin belli şartları vardır. Birinci şart, yapılan teşvik veya uyarının fitneye yol açmaması, ikincisi ise kabul edilme ihtimalinin bulunmasıdır. Ayrıca iyiliğe teşvik adına özel hayatı araştırma anlamına gelen tecessüs caiz değildir. Yapılan uyarı fitneye yol açacak veya tecessüse sebep olacaksa haramdır. Çünkü fitneden ve tecessüsten kaçınılması hususu Kur’an’da “Tecessüste bulunmayın”[5] emriyle açık bir şekilde yasaklanmıştır.[6] Peygamber Efendimiz de bir hadisinde “Bir kimse hakkında zanda bulunmaktan sakının. Çünkü sözlerin en yalan olanıdır. Tehassüs ve tecessüste bulunmayın yani birinin özel hayatını bilmeye ve araştırmaya kalkışmayın” buyurmuştur.[7] Nitekim bir adam Abdullah b. Mes’ûd’a geldi ve “Falanca adamın sakalından şarap damlıyor yani adam içki içiyor” dedi. İbn Mes’ûd adamı uyararak “Biz tecessüste bulunmaktan men olunduk yani bir kişinin özel hayatını araştırmak bize yasaklandı. Ancak iş tamamen ortaya çıkmışsa onu dikkate alırız” dedi.[8]

Hanefî/Matüridîler de Eş’ariler gibi marufu emir münkerden nehiy yani teşvik ve uyarının, teşvik veya uyarıya konu olan hususa göre değer kazanacağı kanaatindedirler. Eğer uyarıya konu olan husus vacip ise uyarı vacip, konu mendup ise uyarı da menduptur.[9] Ancak Hanefiler maruf ve münkerin ne olduğu hususu üzerinde hassasiyetle durulmasına dikkat çekmişlerdir. Ebû Mansur Matüridî’ye göre maruf ve münker iki şekilde anlaşılır: 1. Aklın güzel ve yararlı gördüğü şey maruf, çirkin ve zararlı gördüğü şey münkerdir. 2. Ayet ve delillerle güzel olduğu tespit edilen hususlar maruf, yine delillerle çirkin olduğu tespit olunan hususlar münkerdir.[10]  Külliyat sahibi Ebü’l-Beka ise şu bilgileri aktarır: Kişinin kalbinin mutmain olduğu, aklen veya şer’an güzel bulduğu şey maruftur, nefret ettiği ve çirkin gördüğü şey ise münkerdir.[11] Hanefilerin maruf ve münkere yaklaşımları onların husun-kubuh konusundaki yaklaşımlarına paralel düşmektedir.

Öte yandan Kur’an’da maruf nitelemesi ile İslam, münker nitelemesi ile de putların kastedildiği, marufu emir ve münkerden nehiy ise İslam’a davet ve putlara ibadetten sakındırma şeklinde anlaşılması gerektiği de kaydedilir.[12] Öyleyse bu ilke peygamberlerin mübeşşir ve münzir sıfatları ile de sıkı bir irtibatı vardır.

*

Marufu emir ve münkerden nehiy hususunda öncelikle maruf ve münkerin çerçevesi açık ve kesin olarak belirlenmeli, bu konudaki farklılıklar ve esneklikler dikkate alınmalıdır. Tarihten günümüze bu ilkenin anlaşılma biçimi ve mezhepler arasındaki görüş ayrılıkları bu çerçevenin çizilmesine büyük ölçüde yardımcı olabilir. Sözgelimi maruf ve münker akıl tarafından mı belirlenir yoksa nakil tarafından mı? Evrensel bir maruf ve münker söz konusu mudur? İnanç ve kültür marufun ve münkerin belirlenmesinde ne kadar etkilidir?

Öte yandan bu ilkenin uygulaması, nerde başlar ve nereye kadardır? sorusu da önemlidir. Bu konuya eski ulema hassasiyetle yaklaşmıştır. Bu ilkenin uygulanması için sözgelimi münkerin görünür olması gerekir. Öyleyse başlangıç noktası görünürlüktür. Sonuç itibariyle de tecessüse, fitneye ve özel hakların ihlaline meydan vermemesi gerekir. Çünkü tecessüs, özel hayata müdahale; fitne, toplum içinde karışıklık ve çatışma ortamı meydana gelmesi; şahsi hakları ihlali ise kişinin üzeri, evi ve işyeri gizliliğini ortadan kaldırmaktır.

Son olarak, marufu emir ve münkeri nehiy iyi bir ahlaki hassasiyet olduğu kadar, kimi durumlarda kusur ve hataların örtülmesi ve kişilerin şahsiyetlerinin korunması da güzel bir ahlaki hassasiyettir. Bu ikisinin çatıştığı noktada ikincinin tercihi hem psikolojik bakımından hem de sosyolojik açıdan çok daha faydalıdır. Bu da bu ilkenin uygulamasında diğer toplumsal ve ahlaki ilkelerin göz önünde bulundurulması zaruretini beraberinde getirir.

Nitekim Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü bu konuda şöyle buyurmuştur: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve bir bela, musibet veya düşman karşısında onu terk etmez. Kim bir kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman kardeşinin sıkıntısını ortadan kaldırırsa Allah da onun kıyamet günü sıkıntılarından bir sıkıntısını ortadan kaldırır. Kim de bir kardeşinin ayıbını, kusurunu ve eksikliğini gizlerse/örterse Allah da kıyamet günü onun günahlarını örter yani affeder.”[13]

 

 

[1]    Âl-i İmrân 3/110

[2]    Fahreddin er-Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut, Daru İhyaü’t-Turasi’l-Arabî, VIII, 181.

[3]    Cengiz Kallek-Bazme Ansari-Ziya Kazıcı, “Hisbe” DİA, İstanbul 1998, XVIII, 133-145.

[4]    Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 128-148. Bu konuda geniş bilgi için bk. İlyas Çelebi, İslâm İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kadı Abdulcebbar, İstanbul 2002, s. 222-351.

[5]    el-Hucurât 49/12.

[6]    Celaleddin Devvanî, Celal (Şerh ale’l-Akîdetei’l-Adudiyye), Mahmud Bey Matbaası, İstanbul 1306, s. 81-82.

[7]    Nevevî, Riyâzü’s-sâlihîn, nşr. Abdulaziz Rabah- Ahmet Yusuf ed-Dakkak, Beyrut 1413/1992 (Hadis no: 1570)

[8]    Nevevî, s. 387 (Hadis no: 1572).

[9]    Ebü’l-Beka, el-Külliyât, Beyrut 1412/1992, s. 804.

[10]  Matüridi, Te’vilâtü ehli’s-sunne, Beyrut 1425/2004, I, 299-300.

[11]   Ebü’l-Bekâ, s. 804.

[12]  Ebü’l-Bekâ, s. 176

[13] Buhârî, “Kitâbü’l-mezâlim” 3.

  • PAYLAŞ