Kur’an-ı Kerim’de Fıtrat Kavramı

Prof. Dr. Hayati Hökelekli



KUR’AN-I KERİM’DE FITRAT KAVRAMI

Prof. Dr. Hayati Hökelekli

Din, Allah’la insan arasındaki ilişki ve bu ilişkinin yol, yöntem ve tarzıdır. K.Kerim’de bildirildiği şekliyle Yüce Allah yeryüzünü yaratınca, burasını düzene sokacak ve yönetecek bir “halife” varlık olarak insanı yarattı ve ona bu görev için gerekli olan eşyanın bilgisini öğretti Buna göre insan, dünyadaki işleri Allah adına yürüten ve yöneten bir vekildir. O’nun adına tasarrufta bulunma ve yeryüzünde hükmetme görev ve yetkisiyle donatılmıştır. Yeryüzünde insanın mutlak bir saygınlığı vardır. Kendisine verilen bu çok yüce ve aynı zamanda sorumluluğu çok büyük olan görevi yerine getirebilmesi için bütün güçlerini sağlıklı ve dengeli olarak geliştirmesi ve Allah’la işbirliği içerisinde çalışması gerekmektedir. Bunun için Yüce Allah, insana yeryüzündeki görevini layıkıyla yerine getirebilmesi için nasıl bir yol izlemesi gerektiği hususunda yol göstermiş, rehberlikte bulunmuş, onu kendi başına başıboş, sorumsuz ve yapayalnız bırakmamıştır. İzlenmesi gereken doğru yol, yöntem ve hayat tarzını da göstermiştir. Hidayetin, izlenecek bu doğru yolun iki ayağı vardır: Birincisi, bu işe uygun bir yaratılış, öz, doğa; ikincisi de vahiy ve nübüvvettir.
Her insanın Allah’ı bulmak için takip edeceği yol, kendi içinden geçmektedir. Çünkü insanın hakiki varlığı “ben”liğidir. Benlik insana verilmiş en büyük emanettir. Öyle ki, bu emaneti Yüce Allah göklere, yere ve dağlara sunmuştur da onlar bunun sorumluluğunu yüklenmekten çekinmiş ve ondan korkup titremişlerdir. Fakat insan olarak biz bu emanetin sahibiyiz. Allah bizdeki “ben”in tek ve hakiki kaynağı olduğu gibi, sonsuzluk arzusunun da tek amacı ve hedefidir. Bu yüzden “Allah’ı unutmak” ile “kendini unutmak” aynı anlama gelmektedir Çünkü insan Allah’ı bulmak için yaratılmıştır. İnsan ruhu, Allah’tan geldiği gibi yine Allah’a gideceği için sonsuz olmuştur. Ruhu Allah’a götüren yolları açan ve bu yolculuk için gerekli kuralları koyan da dindir. Peygamberlerin asıl görevi, insanın kalbi üzerindeki fıtri şifreli yazıyı daha açık ve tatminkâr bir şekilde çözebilmesi için vicdanını uyandırmaktır.
Fıtratın anlamı
Fıtrat kelimesi “yarmak, ikiye ayırmak; yaratmak, icat etmek” manalarına gelen f-t-r kökünden isim olup “yaratılış, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş” anlamında kullanılır. Fıtrat, dilbilimciler tarafından genelde hilkat (yaratılış) olarak değerlendirilmektedir. Fatr’ kelimesi ilk defa yaratmaya başlama demektir. İlk yaratılış, bir bakıma mutlak yokluğun yarılarak içinden varlığın çıkması şeklinde anlaşıldığından fıtrat kelimesiyle ifade edilmiştir. Ancak bu, bir şeyi yoktan var etme, eşi benzeri olmayan bir yaratma olarak ifade edilmektedir. Buna göre fıtrat ilk yaratılış anında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir.
Fıtrat, ilk defa bir şeye başlamak demektir. Bu da Allah’ın mahlûkatı ilk defa yaratmaya başlamasını ifade eder. Bütün varlığın yaratılışı sırasında Allah’ın türlere kazandırdığı bu temel yapıdan dolayı aynı kökten gelen “fâtır” kelimesi Kur’an’da Allah’ın isimlerinden biri olarak zikredilmiştir. Kısacası fıtrat, ilk yaratmak demek olan yaratılışın ilk tarz ve şeklini ifade eder. Bundan maksat her ferdin kendine mahsus olan cüzî yaratılışı değil, bütün insanların insan olmaları bakımından yaratılışlarında esas olan ve hepsinde ortak bulunan genel yaratılıştır.

Fıtrat ve Din
İnsan yaratılışı ile ilgili olarak fıtratın bir genel anlamından, bir de bu anlamın bir parçası olan özel anlamından söz edilebilir. Birinci anlamda fıtrat, insanı insan yapan ve onu diğer varlıklardan ayıran özgün yaratılışıdır. Varoluşun çekirdeğinde daha başlangıçta yer alan, kendisini ve vasıtasıyla gerçekleştireceği tüm eylem ve davranışlarını yönlendirecek olan özgün tabiattır. Bu özgün yaratılış tam, kusursuz, ayıpsız ve eksiksizdir. İnsanı kusursuz olgun bir insan olmaya yönlendiren bu fıtrat donanımı, onun yeryüzündeki görev ve sorumluklarını yerine getirme ve mutluluğu elde etmede asıl kaynak, temel ve hareket noktasıdır. İnsanın mutluluğu, türe ait özelliklerin her bir bireyde tam ve eksiksiz olarak bulunması, yaratılışında bir kusur bulunmaması durumunda ortaya çıkar. Bireyler türlerinin tüm özelliklerini taşıdıkları sürece herhangi bir gelişim ve işlev bozukluğu yaşamazlar. Ancak, dış çevre şartları dolayısıyla bu yaratılış safiyetleri yani fıtratları, başkalaşır, farklılaşır ya da değişir.
“Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir.” mealindeki ayetle; “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecusi (farklı bir rivayete göre hatta müşrik) yapar” (Hadisin devamında; “kusursuz doğan bir hayvan yavrusu içinde siz kulağı, burnu ayağı kesik olanını hiç görüyor musunuz?”) mealindeki hadiste geçen fıtrat kelimesinden anlaşılması gereken nedir?
Hanif lügat itibariyle şerden hayra meyletmek samimi olmak, din ve itaat konusunda dosdoğru olmak, samimi olarak yüzü Allah’a çevirmek, ondan başkasından yüz çevirmek anlamlarını içerir. Elmalıya göre “Hanif”, hanef mastarından bir sıfattır. Sapıklıktan istikamete, çarpıklıktan doğruluğa meyleden anlamına gelir. Hanifin asıl anlamı, eğriliği bırakıp doğruya giden demektir. Bu mana ile örfte İbrahim milletine isim olmuştur ki, başka dinler ile batıl mabutlardan çekinip, yalnız bir Allah’a eğilen, Allah’ı bir bilen demektir. “Şirk koşmaksızın yalnız Allah’a inananlardır.” ayeti de buna işaret etmektedir. Buradaki “hanîfen”; ilimsiz olarak hevaya tabi olmanın ve şirkin tam zıddı olan hakka meyli, doğruluğu ve tevhidi ifade etmektedir. Ve mana şu olur: Sen yüzünü dine öyle tut, öyle tam yönel ki, o eğriliklerden, o bozuk hevalardan, batıl meyillerden sakınıp yalnız hakka meylederek dosdoğru Allah fıtratına, dine yani fıtrat olan (yaratılışa uygun düşen) Allah’ın dinine, Allah’ın o fıtratına, o yaratışına sarıl.
Hanif kavramı yaratılıştan getirilen safiyeti ifade eder. Çocuk dış çevre ile irtibata geçtikten sonra bu özelliği bozulmaya başlar. Kudsi bir hadiste bu durum şöyle dile getirilmektedir: “Ben bütün kullarımı hanifler (salim fıtrat, şirk ve küfürden uzaklaşarak Allah’a yönelme) olarak yarattım. Ancak muhakkak onlara şeytanları geldi de dinleri konusunda onları aldattı. Kendilerine helal kıldığım şeyleri onlara haram kıldı. Hiç bir delil indirmediğim halde (öne sürebilecekleri kabul edilebilir hiç bir delilleri olmamalarına rağmen) beni ortak koşmalarını emretti.”
Burada fıtrat kelimesinin dini içeriği Allah’ın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek bir kabiliyet ve yönelim üzere yaratması olarak anlaşılmalıdır. Nitekim “ Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” ayetinde geçtiği üzere yaratılışın asıl amacı, Yaratanın farkına varma, O’na bağlanma ve O’na karşı görev ve sorumlulukları yerine getirmedir. Önce şunu belirtmeliyiz ki, yaratılış evrensel ve değişmez bir öz olup, insanlar arasında kendi yaratıcısını bilme ve onun dinine yönelip bağlanma yeteneği bakımından yapısal bir fark yoktur. Hangi ana-babadan, hangi kültürün içine doğarsa doğsun, o kimsenin genlerinde, kendi yaratıcısını ona fark ettiren içsel bir güdünün varlığı değişmez bir gerçektir. Nitekim yukarıda belirtilen Rum30/30 ayetinde “Allah’ın yaratışında değişme yoktur” ifadesi bu evrensel yaratılış gerçeğini dile getirir.
Hayatın çeşitli şart ve durumlarında insanlar kendi fıtratlarının sesini çoğu zaman duyamaz hale gelebilirler. Fakat insana çaresizliğini, yetersizliğini hatırlatan birçok olay karşısında, üstü örtülmüş olan fıtri yönelim güçlü bir şekilde kendisini gösterir. Doğal felaketler, ölümcül salgın hastalıklar çeşitli yoksunluk ve yoksulluk durumları, ölüm korkusu gibi engellenmeye bağlı çaresizlik durumlarında çoğu insanda tabiatüstü güçlü bir varlığa yönelip O’ndan yardım isteme davranışı görülür. Zor ve aşılmaz durumlar insanda var olan din duygusunu içten bir itme ile dürtüsel bir hareketle ortaya çıkarmakta ve onu doğrudan Yaratıcıya yöneltmektedir. Bu gibi durumlarda insanda varlığın tamamen Allah’a ait olduğu şuur ve duygusu uyanmakta, kendi tükenişi içinde kendi varlığına sahip olamadığı duygusunu güçlü bir şekilde yaşamaktadır. Bu hususta ateist, müşrik veya mümin arasında fark bulunmayıp hemen herkes fıtratının sevkiyle dini alışkanlıklardan uzak olarak gerçek manada Allah’a yönelmekte, O’na yalvarmaktadır. İnsanın böyle bir tecrübeyi yaşamasında. akıl yürütmenin yeri yoktur; bu tamamen içten gelen doğal bir tepki özelliğine sahiptir. Bu sınırlı durumlarda hissedilen insanın ilahi güç ve hâkimiyete bağımlılığı ve Allah’ın yardımına olan zorunlu ihtiyacı tecrübesi tek başına kalıcı bir dindarlığı garanti etmemektedir. Çaresizlik durumlarının kişinin davranışları üzerindeki etkisi geçici ve dürtüsel olmaktadır. Aşırı bir gerilimin yaşandığı bu anların sıcaklığı ortadan kalktığında çoğu insan eski alışkanlıklarına geri dönebilmekte, bazıları da bu acı ve sıkıntıların doğrudan nedeni olarak Allah’ı görmekte, O’nun şefkat ve merhametini, güç, kudret ve hikmetini sorgulayan bir hasma dönüşmektedir.
Yaratılışın ilk aşamasında Yüce Yaratıcı insana kendi mührünü vurmuştur. Allah’ın varlığı ve birliği duygu ve yöneliminden hiçbir insan yoksun ve uzak değildir. Nitekim A’raf 7/172 de temsili bir anlatımla Allah ile insan zürriyeti arasındaki “sözleşme”(misak) den söz edilir. Buna göre, yaratılışın ilk anından itibaren insanoğlu kendi Rabbini tanımanın bilgi ve deneyimine sahip kılınmıştır. Ebu Hanife (ö. 150/767) ahitleşme ayetini delil getirerek; “Kim bu ahitten sonra kâfir olduysa muhakkak ki (o fıtrî ve vehbî imanını kendi fiili ile) değiştirmiş, kim de iman ve tasdik ettiyse hakikaten onun üzerinde sebat ve devam etmiştir. Allah yarattıklarından hiç birini ne küfür üzerinde ne de iman etmeleri yönünde zorlamaz. Onları ne mümin ne de kâfir olarak yaratmamıştır.” sözleri ile insanların yaratılışta iman- küfür gibi sonradan kazanılan bir özellikte değil, bu iki durumu da kabul edebilecek, özellikle de ahitleşme ayetinde vurgulandığı üzere selim fıtrata uygun düşen Rabbini tanıma özelliği ile yaratıldığını ifade etmektedir.
Günümüzde yapılan araştırmalar dindarlığın güçlü genetik unsurlara sahip olduğunu ortaya koymuştur. Çalışmaların neticesinde çocukların içgüdüsel olarak Allah’ın varlığı ve birliğine inanmaya yatkın olduğu ve tabiatta var olan her şeyin doğadışı bir güç tarafından tasarlandığına inandıkları tespit edilmiştir. İnsan doğuştan, düzenleyen ve tasarlayan, her şeye güç yetiren doğaüstü bir güç inancını beraberinde getirmektedir. Bebeklerin doğuştan akıllı bir tasarımın varlığını kabul etmeleri, çocukların her şeyde bir amaç olduğunu söylemeleri, hangi kültürde yetişmiş olurlarsa olsunlar yaratılışçı bir yapıya sahip oluşları, yetişkinlerin ise daha önce karşılaşmadıkları durumları izah ederken teleolojik açıklamaları tercih etmeleri insanoğlunun doğuştan beraberinde getirdiği özellikleri, yani fıtratı, göstermektedir.
Son yıllarda beyin ve genetik yapı üzerine yapılan bilimsel çalışmalar da bu tür yaklaşımları destekleyici sonuçlar ortaya koymuştur. Beyin üzerine yapılan araştırmalarda bazı uzmanlar beynin farklı bölümlerinin dini inançla ilgili farklı işlevler üstlendiğini öne sürmektedir. Bu bağlamda beynin bir noktasının din açısından büyük önem taşıdığı, doğuştan vahdet/birlik fikrinin kaynağı olan bir Tanrı Noktası olduğu üzerinde durulmaktadır. Öte yandan davranış genetiği ile ilgili çalışmalar, insanda bir tür Tanrı(yı arama) Geni var olduğuna yönelik görüş ve değerlendirmeler dile getirilmektedir. İkizler üzerine yapılan çalışmalara dayanarak, diğer kişilik özelliklerinde olduğu gibi dindarlığın da kalıtımsal bir özellik taşıdığı ve gelişim sırasında ortaya çıkan değişimlere rağmen oldukça kalıcı olduğu öne sürülmektedir.

Fıtrat ve Toplumsal Çevre

Fıtrat hadisi, doğuştan getirilen inanma yeteneğinin aile ve çevre şartlarına göre biçimlendiğini dile getirir. Aslında bu durum tüm kişilik özellikleri için geçerli olan evrensel bir gelişim kanunudur. Yani insan kalıtım ile çevrenin etkileşiminin bir ürünüdür. Dolayısıyla dindarlığın gelişiminde tek başına fıtrat (kalıtım) yeterli değildir; bunu besleyen ve açılımını kolaylaştıran uygun bir çevre ve kültürel yapı da en az onun kadar belirleyicidir. K. Kerim’de Hz. Peygamber’in davetine karşı direnç gösteren müşrik Arapların, kendi inanç tarzlarını savunmak için en çok -fıtrata aykırı da olsa- “atalarının dini” geleneğine atıfta bulunmaları bu yüzdendir.
Bununla birlikte, müşrik/putperest bir toplumda yetişmiş olmakla birlikte Allah’ın yarattığı bu asli fıtrat durumu bozulmamış, salim fıtratı ile olayları algılayan bu yüzden de kendi toplumunum sapkın inançlarını sorgulayan istisnai kişilikler de olabilir. Esasen insan, çevresinin çaresiz ve edilgen bir uyumcusu değildir; potansiyel olarak kendi çevresinin inanç ve anlayış sınırlarını aşma ve ona yeni değerler katma gücüne de sahiptir. Bu anlamda K.Kerim’de Hz. İbrahim hanif inancının ilk ve en önemli siması olarak tanıtılır. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim’in yetiştiği toplum, gökyüzündeki cisimlerin kutsallığına inanan ve onları putlarla sembolleştirerek onlara tapınan bir dini gelenek üzerinde bulunuyordu. Babası Âzer de bir put yontma ustasıydı. Hz.İbrahim henüz nübüvvetinden önce ve ergenlik döneminde iken babasının ve kavminin inançlarını sorgulamaya başladı. En’âm suresi 6/76-79 da dile getirildiği gibi, en küçüğünden en büyüğüne kendi ailesi ve toplumunun kutsallarını araştırıp bunlar üzerinde akıl yürütmeler yaptı. Sonuçta, bunların hiçbirinin kendini tatmin edecek bir inanç formu olamayacağına karar verdi. Sınırlı, geçici, somut varlıklar dünyasında hiçbir şeyin kutsamaya ve tapınmaya değer olamayacağını anladı. Fıtratının onu yönlendirdiği iç sese kulak vererek sonsuz ve yüce olan Rabbinin varlığını akli bir kavrayış ile keşfetti.
K. Kerim’de yer alan Hz. İbrahim’in şahsında somutlaşan bu örnek olaydan fıtri duygunun hakiki hedefine kişiye ulaştırabilmesinin ancak içinde yetişilen aile ve kültür değerlerini sorgulama, akli çabayı nihai hakikati kavrayabilecek en üst noktaya ulaştırma ile mümkün olabileceğini anlıyoruz. Günümüzde az da olsa böyle bir dini gelişim ve deneyim yaşayan kişilerin varlığı bir gerçektir. Dünyanın neresinde olursa olsun, içinde yetiştiği aile ve kültür çevresinin değerlerinden tatmin olmayan, salim fıtrata ve akla aykırı inanç ve geleneklere uyum sağlayamayan ve dini bir arayış içerisine giren pek çok kimseye rastlamak mümkündür. Bu arayışların birçoğu da kendi içinde yetiştiği dini geleneği terk ederek yeni bir dine geçiş yapmayla sonuçlanmaktadır. Bu bağlamda, Allah’ın son dini ve fıtrata en uygun olan İslam’a yönelik ilgi ve tercih, diğer dinlere kıyasla daha çarpıcı bir fark yaratmaktadır.
Sonuç olarak kısaca belirmek gerekir ki, Yüce Allah insanı yaratmış ve daha yaratılışın başlangıcında Kendisini insana tanıtmıştır. Her insan yavrusu bu potansiyel bilgi ve yetenekle dünyaya gelir. Ancak bu bilgi ve yeteneğin işlenmesi ve biçimlendirilmesi kişinin içine doğduğu ve geliştiği çevreye göre biçim almaktadır. Fıtrat hazır kalıp bir inanç ya da dini bir kimlik olmayıp içi boş bir çerçeve gibidir; insani özün sınırlarını belirler. Bu sınırlar kişiyi hayat tecrübesi içerisinde birçok olay ve durum eşliğinde Yüce Yaratıcı ile karşı karşıya getirtir. İnsan doğası gereği ve içten bir yönelimle nihai bir güç ve anlam arayışı içerisindedir. Bu yönelimine uygun doğru hedeflere ulaşabilmesi gerek bireysel çaba gerekse çevresel şartlara bağlıdır. Fıtratın asliyeti ve safiyetini bozucu, tevhid inancından uzak ortamlarda gençler için akılcı ve eleştirel düşüncenin büyük önemi vardır. Fakat kâmil manada bir dindarlık hayatı tek başına fıtrattan beslenmez. Allah’ın yol gösterici elçilerinin öğretilerine kulak verip onların örnek yaşantılarına bağlanmadan ve onların yolunu izlemeden dini hayat tamamlanmış olmaz.

  • PAYLAŞ