Hz. Selmân-ı Fârisî Kimdir?

Prof. Dr. Adem Apak



İranlı İlk Müslüman Sahâbî

Selmân-ı Fârisî (ra), İran’da Mecusilik dinine mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesinin İsfâhan’ın Ceyy veya Râmehürmüz kasabasında yaşadığı rivayet edilir. Asıl adı Mabah b. Buzahşan’dır. Babası, İran’da kendilerine dihkan denilen zengin bir çiftlik ağasıydı. Çocukluğundan itibaren dinine bağlı olan Selmân (ra), yetişkinlik çağına geldiğinde Mecusilerin ibadet yerine gider, burada yanan mukaddes ateşin sönmemesi için başında nöbet beklerdi. Bununla birlikte kavminin dini hiçbir zaman kendisini tatmin etmemiş, bu hususta sürekli bir arayış içinde olmuştur.[1]

Selmân (ra) bir gün şehirlerine yakın bir beldede ibadet eden Hıristiyanlarla karşılaştı. Onların ayinlerini izledi ve kendilerinden dinleri hakkında bilgi aldı. Eve geldiğinde gördüklerini ve dinlediklerini babasına da anlattı. Ancak babası kendi dinlerinin daha üstün olduğunu söyleyerek, oğlunun tekrar kiliseye gitmesine izin vermedi. Ancak bu durum, onun düşüncesini değiştirmediği gibi, Hıristiyanlık inancına karşı ilgisini daha da artırdı. Nitekim kısa süre sonra bir yolunu bularak evinden kaçtı. Ardından da bir ticaret kervanına katılarak Hıristiyanlığın merkezi olan Suriye taraflarına gitti. Burada bir papazın yanında yeni dinini öğrenmeye karar verdi. Daha sonra bilgisini artırmak için Musul’da bulunan başka bir Hıristiyan bilginin yanına gitti. Bu papaz da kısa süre sonra ölünce sırasıyla Nusaybin’e oradan da Ammûriye’ye (Batı Anadolu’da günümüzdeki Afyon civarında tarihi bir şehir) intikal etti. Son olarak buradaki din bilgini ölmeden önce Selmân’a (ra) şu tavsiyede bulundu:

“Oğlum, dünyada artık bizim mesleğimizde ve yolumuz üzerinde bulunan kim­seyi tanımıyorum. Ancak İbrahim’in dini üzerine gönderilecek Peygamberin gelmesi çok yakındır. Bil ki o, Arap topraklarında zuhur edecek, sonra iki taşlık arasında bir yere hicret edecektir. Eğer bir yolunu bu­lursan benim ölümümden sonra o diyara git”.

Hıristiyan alimden bu sözleri duyan Selmân (ra) derhal Arabistan taraflarına giden bir kervana katıldı. Vâdi’1-Kura denilen yere geldiklerinde kervandakiler onu köle olarak bir Yahûdîye sattılar. Selman (ra) bir süre sahibinin yanında kaldı. Buraya Medine’den gelen Kureyzaoğulları’na mensup bir başka Yahûdî Selmân’ı (ra) sahibinden satın alarak Medine’ye getirdi. Böylece kader, onu asıl hedefine kendiliğinden ulaştırmış oldu.

Selmân-ı Fârisî (ra) Medine’de iken sürekli olarak Araplardan bir peygamber çıkmasını bekliyordu. Nihayet haber kendisine ulaştı: Mekke’de Hz. Muhammed (sav) kendisini son peygamber olarak ilân etmişti. Medineliler arasında gerçekleşen konuşulanları din­ledikçe, peygambere ulaşma isteği daha da artıyordu. Ancak kendisi bir köleydi, bu sebeple sahibini terk etmesi mümkün değildi, üstelik Mekke’den de epeyce uzakta bulunuyordu.

Nihayet bir gün, sahibinin bahçesinde çalışırken Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’den Medine’ye hicret ettiğini ve Kuba’da konakladığı haberini aldı. Haberi duyunca heyecan ve hayretini, sevinç ve neşesini gizleyemedi. Öfkeyle irkilen sahibi, kızgınlıkla Selmân’a bir tokat savurdu ve ağır hakaret etti. Fakat o, başına gelene hiç aldırmıyordu. Zira yıllarca peşinden koştuğu hakikatin habercisi ayağına kadar gelmişti. Bu sebeple, daha Medine’ye ulaşmadan son elçiyi Kuba’da karşılamaya karar verdi. Yanında götürdüğü hurmaları da Allah Rasûlü’ne (sav) teslim etti. Daha sonra tekrar sahibinin yanına döndü.

Medine’ye hicretin gerçekleşmesinden sonra da Selmân’ın (ra) Hz. Peygamber’in (sav) yanına gidiş-gelişleri devam etti. Kısa süre sonra Müslümanların arasına dâhil oldu. Ancak onun köleliği devam ediyordu. Hicret’in beşinci yılına kadar bu şekilde yaşadı. Dolayısıyla Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi.[2] Bu arada Hz. Peygamber’in (sav) tavsiyesiyle efendisi ile anlaşma yapmak suretiyle hürriyetini almaya çalıştı. Ancak Yahûdî sahibi ondan ödemesi mümkün olmayan bir meblağ talep etti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sav) Ashâbından kardeşlerine yardım etmelerini istedi. Neticede Müslümanların katkılarıyla istenen bedel karşılanınca, Selmân (ra) özgürlüğüne kavuştu. Allah Rasûlü (sav) onu sahâbeden Ebu’d-Derdâ ile kardeş yaptı.[3]

Yurdundan uzak bir insan olduğu için Medine’de Müslümanlar Selmân’a (ra) sahip çıkıp onu himaye ettiler. O kadar ki onu kendilerinden saymak için Ashâb arasında tatlı bir rekabet başladı. Muhâcirler “Selmân bizdendir” diyerek kendilerinden sayar­ken, Ensâr da “Selmân bizdendir. Biz ona sahip çıkmaya daha layığız” iddiasında bulundular. Bunun üzerine Allah Rasûlü (sav) Selmân’ı (ra) sevince boğan şu ilanı yaptı: “Selmân bizdendir, Ehl-i Beytimizdendir”.[4] Başka bir hadislerinde Hz. Peygamber (sav) onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah bana Ashâbımdan hususî olarak dört kişiyi sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emretti. Bunlar Ali, Mikdâd b.Esved, Ebû Zer ve Selmân’dır”.[5]

Selmân- Fârisî (ra), kölelikten kurtulduktan Hz. Peygamber’in (sav) Ashâbı arasına dâhil oldu. Bunun ardından ihtiyaçların tamamı Müslümanlar tarafından karşılanan ve kendilerini Peygamber Efendimizin (sav) sohbetine ve ondan ilim tahsil etmeye adayan Suffe Ashâbı’na katıldı. Peygamberimize (sav) olan yakınlığının peşin mükâfatını görerek ilimde müstesna bir mevkie yükseldi. Neticede Rasûlüllah’ın (sav) “Muhakkak Selmân ilimle dol­muştur” müjdesine mazhar oldu. Hz. Ali (ra) de onun ilmi birikimi hakkında “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi Selmân’dadır. O tükenmez bir denizdir” tespitinde bulunmuştur.[6] Hz. Muâz b. Cebel (ra) gibi bir âlim sahâbi vefat ederken talebelerine, ilmi Selmân’dan (ra) almalarını vasiyet etmiştir.

Selmân’ın (ra) Hz. Peygamber (sav) döneminde adının duyulmasına sebep olan en önemli hadise Hendek savaşıdır. Uhud Savaşı’nda kesin bir netice elde edememiş olan Mekke müşrikleri Hicretin 5. yılında (M. 627) kalabalık bir ordu ile Medine’ye doğru harekete geçmişlerdi. Asker sayısı bakımında çok kabalık olan düşman ordusuna Müslümanların bir meydan savaşıyla karşı durmaları zor görünüyordu. Üstelik Medine üç taraftan saldırıya açık bir şehirdi. Bu itibarla müdafaası son derece güçtü. Dolayısıyla yeni bir savunma stratejisine ihtiyaç vardı. Allah Rasûlü (sav) bu konuda Ashâbı ile istişare yaptı. Herkes tek tek görüşünü açıkladı. Söz alan Selmân (ra) şu teklifi yaptı:

“Ey Allah’ın Rasûlü,! Bizler İran’da düşman süvarilerinin hücumuna karşı etrafımızı hendekle çevirir kendimizi öyle savunurduk. Şimdi de böyle yapamaz mıyız?”. Bu fikir, başta Peygamberimiz (sav) olmak üzere bütün Müslümanla­ra cazip geldi. Buna göre Medine’nin düşman saldırısına açık olan kuzey yönü boyunca hendek kazılacak, bu şekilde bir atlı veya deve üzerindeki askerin rahatlıkla karşıya geçmesi engellenecekti. Hz. Peygamber (sav) ile birlikte bütün Müslümanların katkıda bulundukları bu faaliyet müşrikler Medine’ye ulaşmadan tamamlandı.[7]

Müttefik müşrik kuvvetleri Medine’ye geldiklerinde şehrin ge­çilemeyecek derecede hendeklerle çevrildiğini görünce neye uğradıklarını şa­şırdılar. Zira Araplar şimdiye kadar böyle bir harp taktiği görmemişlerdi. Üstelik Müslümanlar hendeğin özellikle zayıf taraflarını fazla yığınak yapmak suretiyle geçilmez hale getirmişlerdi. Savaş fiilen başlamış olmakla birlikte, hendek sebebiyle karşılıklı çarpışmalar gerçekleşmiyor, taraflar birbirlerine sadece ok atabiliyorlardı. Engeli aşmaya teşebbüs eden müşrik süvariler ise derhal geri püskürtülüyordu. Bu şekilde yaklaşık 15-20 günlük bir süre geçti. Geçen zaman Müslümanların lehine işliyordu. Çünkü müşriklerin erzakları azalıyor, sabırları tükeniyor, şehri ele geçirme ümitleri eriyordu. Nihayet uzun bir kuşatmadan sonra mağlup ve perişan bir vaziyette Mekke’ye geri dön­mek zorunda kaldılar. Bu şekilde Selmân’ın (ra) teklifi ve Allah’ın yardımı sayesinde Müslümanlar büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldular.

Selmân (ra), Hendek’ten sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (sav) ile birlikte bulundu. Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra da İslâm fetihlerine katıldı. Hz. Ömer’in (ra) halîfeliği zama­nında İran fethi için hazırlanan orduya iştirak etti. Bu orduda çok mühim hiz­metlerde bulundu. Çünkü kendisi İranlı’ydı ve bilmedikleri toprak­larda ilerleyen İslâm ordusuna kılavuzluk yapıyor, ayrıca Müslüman komutanlara İranlıların kullandıkları silâhlar ve savaş taktikleri hakkında bilgi veriyordu. Selmân (ra), bölge üzerine gönderilen öncü birliklere de komutanlık yaptı.[8]

İran’ın Müslümanlar tarafından fethinden sonra halîfe Hz. Ömer (ra), Selmân’ı (ra) Medâin’e vali olarak atadı. Selmân (ra), Hz. Osman’ın (ra) halîfeliği döneminde Hicretin 36. yılında (M.656) burada vefat etti.[9] Onun mezarı Bağdat’ın 30 km. doğusunda Medâin harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Mezarının içinde bulunduğu cami Osmanlı Sultanı IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

Selmân (ra), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashâbın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah’a (sav)’e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Âişe (rah), onun hakkında şöyle demektedir: “Bir çok geceler Selmân (ra) Rasûlüllah (sav) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki, Rasûlüllah (sav) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi”.[10] Hz. Peygamber (sav) ile yakınlığı sebebiyle Selmân-ı Fârisî (ra), pek çok hadis rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden rivayet edilen 60 hadisin 30 adedi Buhârî ve Müslim’de ortak olarak zikredilmiştir. Başta gelen râvîleri ise Ebû Saîd el-Hudrî, Ebu’t-Tufeyl, İbn Abbâs, Evs b. Malik’tir. Selmân’ın (ra) rivayet ettiği hadislerden birisi mealen şöyledir:

“Kim ki Cuma günü, gusül yapıp, gerekli temizliğini tamamladıktan, sakalını saçını tarayıp güzel koku süründükten sonra camiye gider, burada yan yana oturan iki kişinin ararsını ayırmaz, Allah tarafından kendisi için takdir edilmiş namazı kılar, imam hutbeye çıktığında dinlerse o gün ile diğer Cuma günü arasındaki günahları bağışlanır”.[11]

İbadete düşkünlüğü ile tanınan Selmân-ı Fârisî (ra), Müslümanlara bu konuda şöyle tavsiyede bulunmuştur: “Beş vakit namazı muntazam kılın! Büyük günah işlemediğiniz müddetçe beş vakit namaz küçük günahlara kefaret olur. Bir kimse gecenin karanlığını ve insanların gafletini fır­sat bilerek günah işlerse, bu adam kârda değil, zarardadır. Gecenin karanlığını ve halkın gafletini fırsat bilerek kalkıp namaz kılan kimse kârdadır. Namazını kıldıktan sonra yatıp uyuyan kimse ne kârdadır, ne zararda. Çok ibadet ederek kendini ibadet edemeyecek hale getirmekten sakın. Vasat bir şekilde, fakat devamlı ola­rak ibadet et.”

Rasûlüllah (s.a.s) Selmân (ra) hakkında şöyle buyurmuştur: “Cennet üç kişiyi özler. Bunlar Ali, Ammâr ve Selmân’dır.”.[12]

 

[1]     İbn Sa’d, IV, 75-75; İbn Abdilberr, II, 634, İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 17.

[2]     İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 419.

[3]     Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 52; İbn Hişâm, I, 228-236; İbn Sa’d, IV, 84; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 419.

[4]     İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 421.

[5]     İbn Abdilberr, II, 636.

[6]     İbn Sa’d, IV, 86.

[7]     İbn Hişâm, III, 224-230.

[8]     İbn Sa’d, IV, 87-88.

[9]     İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 241.

[10]    İbn Abdilberr, II, 636.

[11]    Dârimî, Salât, 191.

[12]    Tirmizî, Menâkıb, 34. Bk. Hatiboğlu, İbrahim, “Selmân-ı Fârisî”, DİA, XXXVI, 441-443.

  • PAYLAŞ