Hangi Tefsirleri Okumalı Hangisinden Uzak Durmalıyız?!




Prof.Dr. Abdulhamit BİRIŞIK

A. GİRİŞ

Tefsir alanında çalışan biri olmam sebebiyle muhtelif vesilelerle ve farklı ortamlarda sık sık karşılaştığım bir durum beni böylesi bir yazı hazırlamaya yöneltmiştir. Benzeri durum ile başka hocalarımın da karşılaştığını biliyorum. Tabi bu sadece tefsir alanı için de geçerli değildir. Özellikle fıkıh alanında çalışan meslektaşlarımızın belki biz tefsircilerden daha fazla olarak kendi alanlarıyla ilgili kaynaklara yönelik muhtelif sorulara muhatap olduğunu düşünüyorum. Genellikle biz tefsircilere toplumun çeşitli kesimlerinden şu kabilden sorular gelmektedir:

“Hangi tefsiri okumamı tavsiye edersiniz?”

“Fahreddin er-Râzî’nin Tefsir-i Kebîr’inin tercümesini gördüm. Bunu edinsem daha başka tefsire ihtiyacım olur mu?”

“Yakın bir dönemin insanı olması sebebiyle Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirini edinsem bana yetmez mi?”

“Bende Mevdûdî’nin tefsiri var. Bu tam benim seviyeme göre. Başka bir tefsir almama gerek olmaz, değil mi?”

“Ben Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsirini okudum ama güncel pek çok probleme dair bir bilgi bulamadım, merak ettiğim ayetlerin yorumu için baktığım Seyyid Kutub ise keskin şeyler söylüyor. Bunlar hoşuma gidiyor ama bu müfessir Mısır’lı ve eserini 1950’lerde yazmış. Benim şartlarıma ne derece uyar. Kafam karıştı. Ne önerirsiniz?”

Yöneltilen bu soruları uzatmak mümkündür. Bu türden sorular sadece halk kesiminden değil, İmam-Hatip mezunlarından, hatta İlahiyat öğrencilerinden ve mezunundan da geliyor. Peki, bu sorulara nasıl bir cevap vermek gerekir.

Soruların cevaplarının geçiştirilmemesi ve konunun da açıklığa kavuşabilmesi için asr-ı saadete kadar gitmemiz, oradan biraz bilgilenmemiz, tarih içinde dolaşmamız sonra da günümüze gelip bazı değerlendirmeler yapmamız gerekecektir.

B. MESELENİN KAYNAĞINA GİTMEK

Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği son kitap olması sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’den başlayarak çok sayıda peygamberin hayat hikayesi, kavimlerinin davranışları; itaatkarlar ile âsilerin durumu, başlarına gelenler ve kıyâmet gününde karşılaşacakları âkıbet ayrıntılı olarak anlatılır. Az sayıda Peygamber’e kitap ve sahife verilmiş, diğer peygamberler ise kendilerinden önce gelen peygamberlerin dinlerini ve şeriatlerini uygulamışlardır. Kendilerine kitap verilenler veya önceki kitaplara tabi olan peygamberler kitaplardaki bilgileri nakletmiş, onu açıklamış ve kavimlerine yol göstermişlerdir. Bununla birlikte Allah onlara ilahi kitaplarda yer almayan bilgileri de vahyetmiş, vermiştir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Nuh’un (a.s.) diliyle mealen şöyle buyurulur:

“Size, Rabbimin mesajlarını (risâlât) iletiyorum, size öğüt veriyorum ve ben Allah’tan gelen vahy ile sizin bilmeyeceklerinizi biliyorum.” (el-A’râf 7/62). Diğer bir âyet ise herhangi bir kitabı ve sahifesi olduğuna dair bir bilgi bulunmayan Nûh’un vahiy aldığı gösterilir: “Ayrıca Nuh’a şöyle vahyettik: “Bil ki kavminden şimdiye kadar iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için yaptıkları şeylerden dolayı kederlenme. Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar kesinlikle suda boğulacaklardır. (Hûd 11/36-37)”

Hûd aleyhisselâm ise şöyle buyurur: “Size Rabbimin mesajlarını (risâlât) iletiyorum ve ben sizler için güvenilir bir öğütçüyüm.” (el-A’râf 7/68)

Şuayb peygamberin (a.s.) söyledikleri de paralellik arz eder:“Şuayb onlardan öteye döndü ve: «Ey kavmim, Allah biliyor ki, size Rabbimin mesajlarını (risâlât) ilettim, size öğüt de verdim; şimdi kafir kavme nasıl acırım?» dedi.”(el-A’râf 7/93)

Bu ayetlerden ve benzeri naslardan anlaşılan şudur. Allah elçi olarak seçip gönderdiği peygamberlerini insanlara yön vermeleri için sürekli olarak vahyi ile desteklemiştir. Dikkat edilecek olursa yukarıda adı geçen Nûh, Hûd ve Şuayb peygamberler kendilerine kitap veya sahife verilmeyen peygamberlerdendir. Ancak buna rağmen Allah onları vahyi ile desteklemiş sürekli bilgilendirmiştir.

Allah Muhammed aleyhisselamı peygamber olarak seçtiğini göstermek için Alak sûresinin ilk âyetlerini ona Cebrâil vasıtasıyla gönderince ve belli bir aradan sonra vahiy akışını hızlandırınca Resûl-i Ekrem gelen âyetleri kendisine iman edip müslüman olanlara duyurmuş, onlar açısından kapalı gelen âyetlerden bazısını ise açıklamıştır. Biz Kur’ân’ın ne kadarlık bir kısmının Resûlullah (s.a.) tarafından açıklandığını bilmiyoruz. Buna rağmen onun doğrudan yaptığı tefsirlerin oldukça az olduğunun en açık delili sahih hadis kitaplarında yer alan rivayetlerdir. Bu rivayetlere bakıldığında Kur’ân’ın ancak %5’lik gibi az bir kısmının onun tarafından sözlü olarak açıklandığı veya bize intikal edenlerin bu kadar az olduğunu görmekteyiz. Nitekim Hz. Âişe bize şu bilgiyi verir: “Resûlullah (s.a.) Allah’ın kitabından Cibril’in ona öğrettiği miktarda tefsir ederdi”[1] Bu hadis bize onun tefsirlerinin hem ilahi bir kaynağa ve kontrole dayandığını hem de çok fazla olmadığını göstermektedir. Rivayet tefsirlerinin ilklerinden olan Taberî’nin (ö. 310/922) Câmi’u’l-beyân adlı tefsirinde bulunan merfu veya merfu hükmündeki rivayetlerin sayısı 3000 kadardır. Bu, tefsirdeki toplam rivayetlerin % 7.8’i demektir. Benzer durum İbn Ebû Hâtim’in (ö. 327/938) tefsiri için de geçerli olup Hz. Peygamber’e ulaşan rivayetlerin oranı % 4 kadardır[2]. Süyûtî’nin de Hz. Peygamber’in Kur’ân’ın az bir kısmını tefsir ettiğine dair kanaati vardır[3]

Resûl-i Ekrem’in Kur’ân tefsirini sadece sözlü açıklamalar ile sınırlandırmamak gerekir. O Kur’ân’ı yaşayarak tefsir etmiştir. Sahabe de bu sebepten olacak ona çok fazla soru sormamış, onu izlemekle Kur’ân’ın anlaşılması ve yaşanmasına dair pek çok problemine çözüm bulmuştur. Hz. Peygamber’in fiil ve davranışları yine sahih hadis kaynaklarında bize intikal etmiştir. Ancak onun hangi davranışının, fiil veya takririnin hangi âyetin yorumu için kullanılabileceğini kestirmek özel bir araştırma ve çabayı gerektirmektedir. İslam âlimleri bu konularla ilgili de eserler yazmışlardır. Resûl-i Ekrem’in neden Kur’ân’ın az bir kısmını tefsir ettiğine dair kanaatimizi birazdan ifade edeceğiz.

Kur’ân-ı Kerîm derinliğine incelendiğinde onda Kur’ân’ın ilk muhataplarının ayrıntısını anlamaktan aciz kalacağı pek çok bilginin olduğu görülür. Onların anlamaktan aciz kalacağı hususları Resûlullah’ın (s.a.) açıklaması ise makul bir davranış olmazdı, nitekim o böyle bir şey yapmamıştır. Rûhun mahiyetini soranlara Allah’ın vahiy yoluyla verdiği cevap da (el-İsrâ 17/85) bir açıdan bunu göstermektedir. Sahabenin ayrıntısını anlamakta aciz kalacağı âyetlerin daha çok güneş, ay, yıldız, sema, canlılar, insanın yaratılış evreleri gibi hususlardan bahsedenler olduğu görülür. Ancak ilk müslümanlar bu konuları ihtiva eden ayetleri okuduklarında verilen bilgileri Allah’ın ilim, kudret ve hikmeti ile ilişkilendirerek tatmin olmuşlar ve böylece problemsiz olarak işin içinden çıkmışlardır. Mesela “Allah O’dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşının üstünde kuruldu. Güneşi ve ayı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belirli bir vakte kadar dolaşmaktadır. Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz.” mealindeki âyet (er-Ra’d 13/2) göklerin direksiz olarak yükseltildiğini ifade eder. Araplar Kur’ân’ın indiği dönemde bunu kendilerine göre anlamlandırmış ve konuyu kendi dünyalarında çözmüşlerdir. Çünkü onlara göre bir kuşu havada uçuran Allah gökleri de direksiz olarak dikebilir. Bu Allah için hiç de zor değildir.

Tekrar özetlemek gerekirse Resûlullah (s.a.) Kur’ân’ın her bir yerini bütün ayrıntısı ile açıklamamıştır. Bazı taleplere de zaten olumsuz cevap vermiş ve eski kavimlerin çok soru sormaları sebebiyle helak olduklarını ifade etmiştir[4]. Bu noktada Kur’ân-ı Kerîm Resûl-i Ekrem’e destek verdiğini de görmekteyiz (el-Bakara 2/108; el-Mâide 5/51; el-A’râf 7/187). Sahabeden başlayarak Kur’ân âyetlerinin yorumu için çokça söz söylendiğini görmekteyiz. Gerçi sahabe de bir âyetin tefsirinde sebeb-i nüzûlu, Resûl-i Ekrem’den gelen bir bilgiyi ve Arap dilinin imkanlarını kullanmaktan öte fazla bir şey yapmamıştır. Ashaptan bazıları ise Resûlullah’ın (s.a.) naklinde beis görmediği isrâiliyâtı kullanmışlardır. Bir âyetle ilgili çok sayıda sahabeden farklı bilgiler gelmesi, kelimelerin farklı kabilelerde başka başka anlamlarda kullanılması bu dönemde bilginin artmasına sebebiyet vermiştir. Tâbiûn döneminde ise İslâm coğrafyasının iyice genişlemesi ve farklı milletlerin İslâm toplumuna katılması Kur’ân tefsiri için kullanılan bilgilerde çeşitlenmeye sebebiyet vermiştir. Ancak geçen zaman içerisinde Kur’ân tefsiri daha fazla öznelleşmiş, kişiselleşmiştir.

C. ÇÖZÜME YAKLAŞMAK

Kur’ân-ı Kerîm evrensel bir kitaptır, ama hiçbir tefsir evrensel değildir. Bu açıdan bakıldığında Resûl-i Ekrem’in yaptığı tefsirlerin büyük bir kısmının da evrensel olmadığı, açıklamalarında kendi toplumundaki insanların ihtiyaçlarının merkeze alındığı görülür. Bu durum yadırganmamalıdır. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi bu sebepten Resûlullah (s.a.) Kur’ân’ın tamamını sözlü olarak tefsir etmemiş, bir kısmının tefsirini ve anlaşılmasını zamana bırakmıştır. Eserleri ve tefsir rivayetleri günümüze kadar ulaşan ilk dönem müfessirlerinin yorumları incelendiğinde gerek kelime tahlillerinde gerekse âyetlerin bütüncül açıklamasında dönemlerinin şartlarının dikkate alındığı görülür. Hatta bu noktada bir kısım ilk dönem müfessiri kendilerini dönemlerinin problemlerine öylesine kaptırmışlardır ki yazdıkları tefsirler bizim tarafımızdan “mezhebî” gibi bir kategoride değerlendirilmiştir. Çünkü o eserlerde kendi zamanlarında tartışılan konular merkeze alınmıştır. Harici, Şiî, Sünnî, mu’tezilî, mürciî, kaderî, mutasavvıf diye tanımlanan zevatın ilk asırlarda telif ettiği onlarca tefsir yukarıdaki niteliklerin bir kısmını ihtiva etmektedir.

Mahiyeti itibariyle evrensel olmayan eserlere Kur’ân’ın kendisi gibi bakmak çok büyük bir yanılgıdır. Tekrar başa dönecek olursak bizlere sorulan soruların cevapları da burada yatmaktadır. Evrensel olmayan eserlerden her birinin dinde olmazsa olmazlar yerine konması ve birinin alınıp diğerlerinden müstağnî kalınması doğru olmaz.

Halkımız, eğitim seviyeleri ne olursa olsun tefsirleri bilgi kaynakları olarak görmelidirler. Bu takdirde Fahreddin er-Râzî’nin, Kurtubî’nin, Şevkânî’nin, Elmalılı Hamdi Efendi’nin, Seyyid Kutub’un, Mevdûdî’nin ve Süleyman Ateş’in tefsirleri bizi Kur’ân’ın âyetlerini açıklama bakımından mutlak doğrulara götürmez. Getirilen yorumlar doğrudan Kur’ân’ın başka bir âyetinden açık referans almıyorsa, mana ve delaleti açık olan bir hadîse dayanmıyorsa ve aklın şaşmaz ilkelerinden kaynağını almıyorsa indîdir, görecelidir, doğruluk ve yanlışlık bakımından orta yerdedir. Ancak burada bir hususu daha açıklamamız gerekir. Müfessirlerimizin tamamını aynı kefeye koymamız da mümkün değildir. Bir kısmı gerçekten ilimde bir umman iken bir kısmı ummana ulaşmaya çalışan küçüklü büyüklü nehirler gibidirler. Bu vadide adına tefsir kitabı denilen bir eser hazırladığı halde ilimden hiçbir behresi olmayan kimselerin de varlığı unutulmamalıdır. Bunların niyetleri kendilerini ilgilendirir ama yeterli bilgi ve yetişmişlik olmadan tefsir yazmaya, Allah’ın âyetlerini yorumlamaya kalkışmalarının en azından gaflet olduğunu ve yaptıkları işin Allah’ın kitabını tahrif anlamına geleceğini bilmeleri gerekir. Zira Hz. Peygamber Kur’ân hakkında bilgisizce konuşanları cehennem ile tehdit etmiş, Kur’ân hakkında kendi re’yi ile söz söyleyen kimsenin isabet etse bile hata ettiğini bildirmiş, başka bir rivayete göre de kâfir olacağını (fe kad kefera) söylemiştir[5]. Zaten bu ve benzeri uyarılar sahabenin ve tâbiûn dönemindeki müslümanların tefsir konusuna biraz mesafeli durmalarını sonuç vermiştir. Mesela Hz. Ebû Bekir’e bir gün “ve fâkiheten ve ebben” âyetinin (Abese 80/31) manası sorulmuş o da “Allah’ın kitabına dair bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya bilmediğim halde söylersem hangi yer beni üzerinde taşır veya hangi sema beni gölgelendirir?!” demiştir[6].

D. SONUÇ

Kur’ân tefsirlerinin sahipleri, (1) Kur’ân’ın kendi bütünlüğüne ve kendi kendisini tefsir ettiğini hesaba kattıkları, (2) Kur’ân’ın ilk ve en yetkin müfessiri olan Resûl-i Ekrem’in söz, fiil ve takrirlerini hakkıyla kullandıkları, (3) iyi niyet taşıdıkları, (4) Kur’ân’ı anlama ve yorumlama için gerekli ilmî birikime sahip oldukları, (5) Kur’ân’ı tefsir ettikleri dönemdeki insanların şartlarını bildikleri ve (6) ciddi bir emek ortaya koydukları takdirde eserleri insanımızın ufkunu açacak ve onu Kur’ân’ın engin bilgi denizi içine çekecektir. Yukarıdaki şartları yerine getirdiği halde her bir tefsirin belli bir miadının ve kullanım tarihinin olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Hiçbir tefsir bütün yorumlarıyla kıyamete kadar mer’î ve geçerli olamaz. Bazı ortak bilgiler hangi tefsirde olursa olsun o geçerlidir. Ancak yorumlar ve çıkarsamalar zamanla eskiyebilir ve yerine yenisi konabilir. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in “nereye çekersen oraya giden bir kitap” olması anlamına gelmez, aksine onun her devirde yeni bir açılım yapan ve insanların ihtiyacını gideren bir mahiyete sahip olduğunu gösterir.

Tefsirleri Kur’ân’ın yerine koymadığımız takdirde yukarıda 6 şartı taşıyan her tefsiri kullanılabilir, okuyabilir ve başkalarına tavsiye edebiliriz. Ama yine de okuyucuların yaşayan müelliflerden, ilim adamlarından ve konunun mütehassıslarından yararlanması faydalı olur. Çünkü kitaplarda binlerce okuyucunun beklentisinin ve şartlarının hesaba katılması, algılarının dikkate alınması çoğu kere mümkün olmaz.

Allah en iyisini bilir.

 

[1]           Taberî, Tefsîrü’t-Taberî: Câmiu’l-beyân an te’vîli âyi’l-Kur’ân (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Riyad 1423/2003, I, 79, 83; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-‘azîm (nşr. M. İbrahim Benna v.dğr.), İstanbul 1984, I, 18.

[2]           M. Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri: İbn Ebî Hâtim Tefsiri Örneğinde Bir Literatür İncelemesi, Ankara 2003, s. 107.

[3]           Süyûtî, el-İtkân fî ‘ulûmi’l-Kur’ân (nşr. Said el-Menduh), Beyrut 1416/1996, III-IV, 473.

[4]           Buhârî, “İ’tisâm”, 2, 3; Müslim, “Hacc”, 412; Tirmizî, “İlim”, 17.

[5]           Tirmizi, “Tefsir”, 1; Taberî, I, 71-73; İbn Kesîr, a.g.e., I, 15-16.

[6]           bk. Taberi, a.g.e., I, 72;İbn Kesir, a.g.e., I, 16.

  • PAYLAŞ