Kötülüğün Bedeli olarak Ceza Gerçeği
Dünyada ve dünyevî işlerde, iyi ya da kötü her işlemin, hareketin ve sözün bir bedeli vardır. İyi işler ödüllendirilirken, kötü işler cezalandırılır veya en azından ödüllendirmemek suretiyle mahrumiyet cezası verilmiş olur. Din insanlar için gönderildiğine göre benzer durum, burada geçerlidir. Çünkü din, insanın hem dünya hem de ahiret mutluluğu için gelmiştir. Ancak kendisine ve insanlara bu mutluluğu çok görenler ve engelleyenler için bir cezanın takdir edilmesi, caydırıcılık ve adalet adına mutlak anlamda gereklidir. Öyleyse cezanın varlığı sadece adaleti sağlamak için değil, aynı zamanda caydırıcılık içindir. Zaten hiçbir ceza maddesi veya yasası keyfî bir uygulama amacıyla konulmaz. Aksine insanlar cezaî yasaların kapsamına girecek suçları işlemesin diye yani caydırıcılık için konulur. Ama insanlar ısrarla yasaları çiğnerlerse veya çiğnemekte ısrar ederlerse, onlar için cezaî yaptırım kaçınılmaz olur.
Kur’an-ı Kerîm’de sıklıkla cezalardan özellikle cehennem azabından bahsedilmesinin baş nedeni, aslında caydırıcılıktır. Çünkü Yüce Allah’ın rahmeti bol, cenneti geniştir. O, hiçbir kulunun suç işlemesini ve cezaya çarptırılmasını istenmez. Bunun için cennet nimetleri ile kullar iyiliğe teşvik edilirken, cehennem azabı ile de kötülüklerden, zulümlerden ve ilahi emirleri çiğnekten sakındırılır ve caydılır. Öyleyse Kur’an’daki azap ayetleri caydırıcılık olsun diyedir. Ancak kişi, inat ve ısrarla inkar ve şirk tarafını tercih ederse, ona kaçınılmaz olarak ilahi adalet uygulanır. Aksi takdirde iyi işler yapanlar ile zulüm yapanları ayırmak mümkün olmaz. Kötülük ve zulüm işleyenlere ceza vermeyelim derken, hayır işleri yapanları bu işleri yaparken katlandıkları meşakkatler dolayısıyla cezalandırma söz konusu olur. Halbuki kötülük, zulüm ve isyan asla karşılıksız kalmamalı ve bir bedeli olmalıdır. Bu dünyada her kötülüğün bedeli ödenmeyebilir ve nitekim bazı durumlarda ödenmemektedir de, ama öte dünyada iğne ucu kadar iyilik yapan karşılığını yine iğne ucu kadar kötülük yapan bedelini ödeyecektir. (bk. ez-Zilzâl 99/7-8.) Bu dünyada adaleti yanıltanlar, öte dünyada gizli ve saklı her şeyi bilen yüce Allah’ı yanıltamayacaklardır. Allah bu dünyada onlara imtihan gereği bir mühlet ve fırsat vermiştir ama öte dünyada bunun bedelini o zalimlere ve asilere ödetecektir. Çünkü Allah’ın adaletinde asla yanılma söz konusu olmaz. Söz konusu bu adaletin gerçekleşmesi için bir bedelin olacağı açıktır. Kur’an’da kötülüğün bedeli olarak ikâb kavramı yer alır.
İkâbın Anlam Çerçevesi
İkâbın sözlük anlamı “suç kabul edilen işlerin karşılığı olan cezadır.” Dinî terim olarak anlamı, “dini emir ve yasaklara uymayanlara öte dünyada verilecek karşılık yani bedeldir”. Buna göre ikâb, sevap kelimesinin zıddıdır. Sevap iyiliklerin karşığı iken, ikâb kötülüklerin karşılığıdır. Kur’an’daki, azap, be’s ve ricz kavramları ikâb kavramı ile yakın anlamlara sahiptir. İkâb kelimesi Kur’an’da on dokuz yerde geçmektedir. Bunların bir kısmında Allah kendisini serîu’l-ikâb (cezası süratli olan) ve şedîdü’l-ikâb (cezası çetin olan) şeklinde tanımlar. Bazı ayetlerde ise bu tanımlamaların ardından Allah gafûr (bağışlayıcı) ve rahîm (merhamet sahibi) isimlerini getirerek iyi kullarına veya kötülükten uzaklaşan kullarına bir müjde verir ve onları ferahlatmayı diler. Ancak bütün uyarılara uymayan, aksine zulme, haksızlığa ve küfre giden insanlar için bu yaptıklarının bedeli olarak ikâbın yani cezanın kaçınılmaz olduğu hatırlatılır. Nitekim caydırıcılık olsun diye Kur’an’da azap çeşitleri tasvirlerle anlatılır ve kişinin kendisini ve ailesini söz konusu azaptan koruması ve kollaması ihtar edilir.
*
Yukarıda geçtiği gibi dinî terim olarak ikâb, Allah’ın emir ve yasaklarının yerine getirilmemesinin karşılığı yani ceza olarak takdir edilir. Buna göre başta temel inançların inkarı olmak üzere, farz olan ibadetlerinin yerine getirilmemesi ve haram olan yasakların işlenmesi, ikâbı gerektirir. Ancak bir fiilin gerçekleşmesinde niyet, teşebbüs ve tahakkuk şeklinde üç aşama bulunduğuna göre ikâb bu aşamalardan hangisinde hak edilmiş olur? Hadîslerde gelen bilgilere bakıldığında ikâbın tahakkuku, sevâbdan farklı olarak niyet ve teşebbüsün yanında fiilen gerçekleşme aşamasında söz konusu olur. Buna göre bir kişi, niyet ve teşebbüsünden dolayı cezaya çarptırılmaz. Ancak bu niyet ve teşebbüsünü fiile dönüştürürse, yani söz veya hareket ile somut gerçekleşme meydana gelirse, cezaya müstahak olur. Aksi takdirde niyet ve teşebbüsünden dolayı cezaya uğratılmaz. Bunun anlamı kişinin içinden geçenlerden veya niyetinden dolayı ilahî cezanın tahakkuk etmeyeceğidir. Buna karşılık niyet ve teşebbüsten dolayı sevap tahakkuk eder. Bu Allah’ın kullarına olan rahmetinin bir sonucudur. (Bk. Buharî, “Tevhîd”, 35; Müslim, “İman”, 203, 204, 205.)
İkâb ve İlahî Adâlet
Öte dünyada ikâb, Allah’ın adaleti olarak tecelli eder. Bunun anlamı Allah’ın cezalandırmada adil olmasıdır. Asla ilahî cezalandırmasında bir aşırılık söz konusu olmaz. Çünkü aşırılık zulümdür ve Allah asla zalim değildir. Bilakis O, zalimlerin düşmanıdır.
Ancak bu adalet mezhepler arasında farklı şekillerde anlaşılmış örneğin Mu’tezile mezhebinden bazılarına göre sevaplar, günahlara tesir ederek onları sildiği gibi, günahların da sevapları sileceği görüşü benimsenmiştir. Buna göre işlenen bir büyük günah, bütün sevapları yok eder. Bunun anlamı Mu’tezile’ye göre tevbe etmeden ölen bir kişi, büyük günah işleyerek bütün sevaplarının silinmesine yol açtığından mutlak ikâba maruz kalır. Ancak Mu’tezile içinden bu görüşe katılmayanlar da vardır. Sözgelimi Ebû Haşim el-Cübbaî büyük günah dahi olsa bir günahın bütün sevapları yok etmesini adil bulmaz ve öte dünyada günah ile sevabın adalet terazisinde tartılacağını ve ağır basan tarafa göre hüküm verileceğini dile getirir. Buna göre eğer sevaplar günahlardan daha ağır gelirse kişi, ebedi azaptan kurtulur. Ehl-i Sünnetin görüşü ise, büyük günahın hiçbir zaman kişiyi iman dairesinden çıkarmayacağı ve diğer bütün sevaplarının silinmesine yol açmayacağı şeklindedir. Dolayısıyla böyle bir kişi, cehennemde ebedî kalmaz. Büyük günah işleyen kişi, cezası miktarı azap gördükten sonra imanı ve kazandığı sevaplar dolayısıyla hak ettiği cennete döner. Ancak ayet ve hadislerde belirtildiğine göre küfür ve şirk bu kapsamın dışındadır. Çünkü kafir ve müşrik Allah’ı inkar etmekte ve O’nun otoritesini tanımamaktadır. Bu suçun bedeli ise ebedî azaptır.
*
Öte yandan sevâb ile günahın değerlendirilmesinde sevâb lehine bir muamele söz konusudur. Nitekim Allah nezdinde sevâb işleyen kişi, on katı ile ödüllendirilirken günah işleyen kişi, sadece günahı kadar bir cezaya çarptırılır. Yani suç ile ceza arasında denge gözetilir. İşte bu, mutlak adalettir. (bk. el-En’âm 6/160.) Bu şekilde muamele, sevâb kazanan kuluna Allah’ın fazlı, keremi ve ihsanıdır; günah kazanan kuluna ise, adaletidir. Öte yandan Allah nezdinde ameller niceliğine göre değil, sürekliği ve niteliğine göre değerlendirilir. Nitelik olarak şirk, amellerin en kötüsüdür. Bunu küfür ve yasaklanan haram işler takip eder. Şirk ve küfrü işleyen, Allah nezdinde en aşağı dereceyi hak eder. Haram işlemeye gelince, eğer işlenen haram büyük günahlardan ise kişinin fâsık olmasını gerektirir. Şirk ve küfür üzere ölen kişi, mutlak ikâb olan cehennem azabına çarptırılır. Büyük günah işleyen fâsık kişi ise, günahı kadar cehennemde kalır, ardından cennete intikal eder. İman ve İslam hususunda iki yüzlü davranan münafık kişi, kafir hükmündedir. Hatta kafirden de aşağıdır. Çünkü gizli ve saklı her şeyi bilen yüce Allah’ı kandırdığını, aldattığını ve müminlere tuzak kurduğunu düşünmekte ve iddia etmektedir. Böylesi bir ikiyüzlülüğün bedelinin ağır olması ilahî adaletin gereğidir. (Bk. el-Bakara 2/8-20.)
Not: Yazıda geçen bilgilerin kaynakları için bk. Cağfer Karadaş, İslam Düşüncesinde Ahiret, Emin Yayınları, Bursa 2008, s. 150-152.