Prof. Dr. Yunus Vehbi YAVUZ
İslam akla büyük önem vermiştir. Denilebilir ki, Kur’an-i kerim (vahiy) aklı yanlışlardan korumak ve onun önündeki engelleri kaldırmak için gönderilmiştir. Akıl, verilerini ancak uzun deneyimlerden sonra ortaya koyar. Bu ise asırlarca sürecek zaman alır, her bir meselede aklın doğruları bulması için binlerce hatta on binlerce yılın geçmesini beklemeyi gerektirir. Bu durum insanların dünyadan gereken şekilde yararlanarak mutluluğu yakalamasını geciktirirdi.
Eşya ve olayların hakikatini anlamak aklın görevidir. Ancak, bunun için Yüce Allah kullara rahmetini göstermiş ve aklı vahiy ile desteklemiştir. Vahiy ile akıl arasında hiçbir noktada çelişme olmadığı gibi, akıl ile hayat arasında, yine vahiy ile hayat arasında herhangi bir çelişme yoktur. Belki bu ikili paralel konumdadırlar. İşte Kur’an, bu iki unsuru bir araya getirerek insanlığın mutluluğu için gerekli olan zemini hazırlamıştır. Eğer akıl ile hayat arasında bir çelişki meydana gelirse, bunun sebebi ya hayatı ya da Kur’an’ı yeterince tanımamaktır. İnsanlar aklı bir kenara bırakarak duyguların etkisi altında kaldıkları zaman, aklın çizgisinden uzaklaşırlar, dolayısıyla Kur’an’ın çizgisinden de uzaklaşmış olurlar. Kur’an, insanların her meselede, hatta inanılacak konularda da akıllarını çalıştırmalarını, eşya ve hadiselerin gerçeğini idrak ederek inanmalarını ister. Allah’ın varlığından, âhiretten ve öldükten sonra dirilmekten bahseden ayetler bunun örneğini teşkil eder. Kur’an, aklın yolunu insanlar için sonuna kadar açmıştır. Kur’an’ı inceleyenler bu gerçeği bütün çıplaklığı ile göreceklerdir. Bu çerçevede Kur’an’da akla hitap eden ayetlerden birkaç örnek verelim:
Yükseltilmiştir? Dağlara bakmazlar mı ki nasıl dikilmişlerdir. Yere bakmazlar mı nasıl donatılmıştır.”
Kur’an’a göre, dünya işlerinde aklın önünü tıkayan herhangi bir engel yoktur. Bu sebeple, ilk Müslümanlar aklı dünya işlerinde alabildiğine kullanmışlar, bu sayede çok kısa bir zamanda dünyanın en üstün medeniyetlerinden birini kurmuşlardır. Bu medeniyetin özelliği sadece maddi yönden kalkınmak değil, kelimenin tam anlamı ile mutlu bir ortamda yaşama imkânı bulmaktır. Hakkın üstün tutulması, kötülüklerin kovulması, vicdanların temizlenmesi, toplumsal güvenin sağlanması, sosyal adaletin gerçekleştirilmesi, bilimin layık olduğu yere oturtulması ve düşüncenin özgürleştirilmesi bu medeniyetin temel unsurlarını teşkil eder.
Dünyanın en zengin kütüphaneleri İslam Medeniyetinde kurulmuş, bilim alabildiğince gelişmiş, düşünce tam anlamı ile özgürleştirilmiştir, ya da özgür olan düşünceye hiçbir kayıt konulmamış, hiçbir noktada sınırlama getirilmemiştir. Düşüncenin özgür, vicdanların hür olduğu bir toplumda yüksek medeniyetin kurulmaması için hiçbir sebep yoktur. Kur’an’ın getirdiği bu özgürlük ortamından yararlanan ilk Müslümanlar hayattan gereği gibi yararlanmışlar, refah ve mutluluğu yakalamışlar; aydınlanmışlar, karanlıkları yenmişler ve tüm insanlığa ışık olmuşlardır. İlk dönemdeki bazı âlimlerin özel kütüphaneleri bugün Batıdaki bazı milli kütüphaneler kadar zengindi. Bundan şu sonuca varabiliriz: İlk Müslümanlar Kur’an’nın akla ve özgürlüğe verdiği önemin meyvesini elde etmişler, böylece Kur’an’ı değil kendilerini yükseltmişlerdir. Kur’an yüce bir kitaptır. Onun yüceltilmeye ihtiyacı yoktur. Belki insanlar ona sarıldıkça kendileri yükselirler, huzur bulurlar.
Ne yazık ki, bu kültür ve düşünce zenginliği çok uzun sürmemiş, Hicri üçüncü asrın sonuna kadar devam eden özgürlükçü ve akılcı ortam, zamanla yerini taassup ortamına ve gevşekliğe bırakmıştır. Dolayısıyla sonradan gelen Müslümanlar ilk Müslümanların düşünsel ve bilimsel ürünleri ile yetinmişler, buldukları rahat ortamda, tabiri caiz ise, gününü gün etmişler, aklı ve bilimsel zihniyeti tatile çıkarmışlardır. Bu durum fıtratın gereği olan sosyolojik bir vakadır. Nasıl ki çok zengin mirasa konan evlatlar rahatlarını severek babalarından kalan mirası yiyip tüketirler ve yeni bir şey üretmeden yaşamaya dalarlar, sonunda da fakirleşirlerse, İslam dünyasında da durum aynen böyle olmuştur. Asırlarca bu ilk Müslümanların düşünce ve kültür mirasını sürekli olarak tüketen, fakat üretmeyen Müslümanlar, bir gün bu mirasın tükendiğinin farkına varmışlardır. İslam dünyasının her tarafında patlayan bombalar, akan Müslüman kanları çağdaş Müslümanların aklını başına getirmeye başlamıştır. Bugün artık her Müslüman başını iki elinin arasına alarak düşünmelidir: “Neden her tarafta Müslüman kanı akıyor?”, “Neden İslam Dünyası huzursuzdur?”, “Neden Müslümanlar güçsüzdür?” Bu sorularla kafalarını derinden meşgul eden Müslüman âlimler ve mütefekkirler, yeniden Kur’an’a dönmenin gerekli olduğunu söylemeye devam ediyorlar. Bir musibet bin nasihatten evladır, sözünün anlamı işte budur. Tarih boyunca tüketilen düşünce mirasına yenileri eklenerek gelinseydi bugün bunların hiç biri görülmez, dünyadaki saygınlığımız sürüp giderdi.
Eğer Kur’an’ın “Düşünün”, “Bilgi sahibi olun”, “Okuyun”, “Çalışın” gibi evrensel ilahî emirlerine kulak verilseydi daha hızlı bir tempo ile eski medeniyetimizi devam ettirme şansı olurdu. Kur’an’ın “Kuvvet elde edin”, “Akseri teknolojiye sahip olun”, “Çalışıp yeryüzünü imar edin” gibi dünya hayatımızla ilgili emir ve tavsiyeleri maalesef göz ardı edilmiştir. Ne yazık ki, yakın tarihe kadar Kur’an anlaşılmak, mesaj almak, kalkınmak ve mutlu olmak için değil, sadece kendisi ile ibadet yapmak ve sevap kazanmak için, çoğunlukla da sevabı ölülere gönderilmek için okunmuştur. Bu anlayış hala devam ediyor. Kur’an bir yandan maddi menfaat öte yandan sevap elde etmenin aracı kabul edilmiş ve esas gönderiliş amacından uzaklaştırılarak verdiği mesajlardan gereği gibi yararlanılamamıştır. Kur’an, çağlara önemli mesaj getirmiş, zulmü yıkarak yerine hak ve hukuku ikame etmiş; insanların zihniyetlerini değiştirmek, kafalarındaki yanlışları düzeltmek, bilimi, düşünceyi, düşmanı caydıracak önlemleri almayı, ekonomik ve teknolojik kuvvet kazanmayı ve hukukun üstünlüğünü getirmiştir. Sonraki Müslümanlar ne yazık ki kulluğun sadece kolay ve ucuz olan tarafını, manevî yönünü almışlar; namaz, zikir, tespih, oruç, hac gibi ruhsal yapıya hitap eden mesajlarını dikkate almalarına karşın, bedensel yapı ile ilgili olan mesajları ihmal etmişlerdir. Dolayısıyla Kur’an’ın mesaj bütünlüğü parçalanmıştır. Nitekim Kur’an bu noktada bizleri uyarıyor:
“Kitabın bir kısmına inanıp diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Bunu yapanların akıbeti dünya hayatında perişanlıktır. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine götürüleceklerdir. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”
Kur’an’ın mesaj bütünlüğünü bozan ve bir kısmına inanıp diğer kısmını inkâr edenler için inen bu ayet, özellikle günümüz Müslümanlarına önemli bir mesaj vermektedir. Kitabın çok cüzi bir kısmı ile amel edip dünya hayatımızla ilgili önemli mesajlarını terk eden Müslümanlar, ne yazık ki sadece namaz, oruç ve benzeri âhirete yönelik ibadetlere önem vermişler, dünyevi nitelikli ibadetleri ihmal etmişler, bunun yanında dünya hayatını imar etme ve savunmaya, bilime ve düşünceye yönelik olan diğer önemli emirlerini terk etmişlerdir. Bugün ki sıkıntıların temelinde yatan sebep işte bu ihmaldir. Yani Kur’an’ın mesaj bütünlüğünü parçalamaktır. İslam nasıl hem dünya ham de âhirete inanmayı birleştiriyorsa, her iki dünya için çalışmayı da ibadet kapsamına almıştır. Bu sebeple şunu ifade etmeliyiz ki; dünya ile ahiretin bir birinden ayrıldığı yerde mutlaka hüsran vardır.
Kur’an’ın mesaj bütünlüğü korunduğu ilk dönemlerde ondan gereği gibi yararlanmak söz konusu olmuş, daha sonraki dönemlerde gevşeme ve rahatını sevme gibi nefse hoş gelen sebeplerle bu bütünlük bozulmuş; düşünce donmuş, bilime verilen önem yerini atalete bırakmış, düşünce adına sadece eski düşünceler günümüze kadar hikâye edile gelmiştir. Bunun yanında düşünceye verilen özgürlük de âdeta geri alınmıştır. Özgürlük ortamının bulunmadığı yerde düşüncenin gelişmesinden bahsetmek abestir. Hem dini hem de dünyevi alanda durum maalesef böyle gelişmiştir. Dolayısıyla, Müslümanların hem din işleri hem de dünya işleri geri kalmıştır. Bu gerilikten kurtulmanın çaresi yeniden özgürlüklere dönmek, bilimi yeşertmek ve düşünceyi canlı tutmaktır. Bilim ve düşüncenin yeşermesi için mutlaka ortama ihtiyaç vardır. Bu ortamın temeli de özgürlüktür. Özgürlük ortamı olmaksızın bilim ve düşüncenin gelişmesinden bahsetmek ise mümkün değildir.
Gelişmek ve yeşermek için düşünce teşvik ister, hoşgörü ortamı ister. Nasıl ki, taşa tutulan bir meyve ağacı çiçek açamaz, ya da açtığı çiçekleri koruyamazsa, sürekli karşı çıkılan ve taşlanan düşüncelerden de gereği gibi yararlanılamaz. Meyve ağacını suçlayarak onu sürekli taşlamak ne derece zararlı ise, düşünceyi kısıtlamak, onu tekelleştirmek de öylece zararlıdır. Düşünen adamı suçlamak meyve veren ağacın dallarını sürekli kesip imha etmekten farksızdır. Dolayısıyla, aklın toplumsal hayatta işlevini yerine getirmemesini istemektir.
Düşünceyi kısıtlayanlar tek tip düşüncenin kabul edilmesini isteyenlerdir. Tek tip düşünce ise fıtrata aykırıdır. Dolayısıyla bunu yapanlar fıtratla da çelişmektedirler. Toplumda en yanlış düşünce, ancak aykırı ve bir birine zıt düşüncelerin açıklanması ile anlaşılır. Açıklanamayan düşüncenin yanlış olduğu nasıl anlaşılabilir ki?
Düşüncenin açıklanmasını istememek, yanlış düşüncelerin ortaya çıkmasından endişe etmektir. Bırakalım, ağaçlar mesabesindeki beyinler ürünlerini versinler, insanlar bunları düşünüp hangisinin daha zararlı ya da isabetli olduğuna kendileri karar versinler, onlar adına başkaları değil…
İslam, kalkınmanın hem dünyada hem de ahirette mutluluğu yakalamanın ölçüsünü getirmiştir. O da aklı gereği gibi kullanmaktan ibarettir. Bu çizgiden ayrılanlar sıkıntı çekmişlerdir ve çekmektedirler. Sıkıntılardan kurtulmanın yolu ilk Müslümanlarda olduğu gibi, aklı yeniden devreye sokmak, akıl-vahiy dengesini yeniden kurarak fıtrata uygun bir metot izlemek suretiyle dünyamızı da ahiretimizi de yeniden imar ederek ebedi mutluluğu yakalamaktır. Kur’an’ın akla verdiği değeri yeterince kavrayalım, bir bütünlük içinde kulluğun gereğini yapalım ve kurtulalım.