Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Yüce Allah’ın güzel isimlerinden olan vedûd(الودود) , Arapça ‘vedd’ (الود) ve ‘meveddet’ (المودة) kökünden elde edilmiş “seven ve sevilen” anlamında Allah’ın güzel isimlerinden biridir. ‘Meveddet’ “içinde temenniyi barındıran sevgiyi” ifade etmesinin yanında yalın olarak kullanıldığında “karşılıksız ve katıksız muhabbet” anlamını ihtiva eder. Birinci anlamında kişi bir şeye muhabbet duyarken ondan bir beklentisi veya gerçekleşmesini temenni ettiği bir çıkarı söz konusudur ve bu anlamıyla olumsuz veya kötü ve çirkin beklentiler için de kullanılması vakidir. Nitekim“Ehl-i Kitaptan bir topluluk sizi sapıklığa düşürmeyi arzu ettiler.”[1] “Ehl-i Kitap ve müşriklerden kafirler, Rabbinizden size bir hayır inmesini arzu etmezler”[2] ayetlerinde meveddet, bir kişinin veya topluluğun kötülüğünü istemek anlamında olumsuz bir anlamı ihtiva ederken “Günahkar kişi, o gün oğullarını, karısını, kardeşini, ait olduğu soyunu-sopunu ve yeryüzünde nesi varsa hepsini feda edip azaptan kendisini kurtarmayı arzu eder”[3] mealindeki ayette cehennem azabından kurtulmak gibi bir çıkar karşılığında ortaya konulan arzu ve temenniyi ifade eder.
Meveddetin ikinci anlamı olan “karşılıksız ve katıksız muhabbet” manası tamamen olumlu anlamda kullanılır. Bu olumlu anlamı Kur’an’da birçok ayet-i kerimede geçer. “İman eden ve salih amel işleyenlerin kalplerine Allah bir meveddet/sevgi koyacaktır.”[4] “Kendi cinsinizden yanında rahat edeceğiniz ve sükunete ereceğiniz eşler yaratması ve aranıza sevgi ve rahmet koyması Yüce Allah’ın kudretinin işaretlerindendir.”[5] Bu yüzden nikah duasında “Ya Rabbi evlenmeye ve yuva kurmaya niyet etmiş bu iki kulan arasına sevgi, yakınlık ve birliktelik koy; fitne, ayrılık ve bozgunluk koyma” diye dua ederiz.
Sevgiyi ifade eden birçok kelime vardır. Bu kelimeler bir ölçüde sevginin derecelerini ve mertebelerini gösterir. Sözgelimi hevâ (arzu) “nefsin bir şeye eğilimini”, muhabbet ise “içten gelen tabiî bir meyli ve yönelişi” ifade eder. Türkçe’de sıkça kullandığımız ‘aşk/ışk’, muhabbetin bir üst mertebesidir, “katıksız ve karşılıksız muhabbet” anlamına gelebileceği gibi “içinde şehveti barındıran sevgiyi” de ifade eder. Meveddet ise doğal, katıksız ve karşılıksız bir muhabbettir.[6] Bu, “De ki: Ben sizden yaptığıma karşılık bir ücret değil ancak yakınlığımız adına bir sevgi/saygı istiyorum”[7] ayetindeki bir sevgidir. Anne ile oğlu, baba ile kızı arasındaki bağlılık türü bir sevgidir. Çünkü Allah’ın rahmeti bol, mağfireti geniş, sevgisi sınırsızdır. Peygamberimizin şu duası bizim için iyi bir ölçüdür: “Ey Rabbimiz! Senin bağışın benim günahımdan büyüktür, rahmetin yaptığım amele göre tek umut kapımdır.”[8] Zaten bizler yaptığımız amellerle değil, Allah’ın sevgi, rahmet ve bağışı sayesinde ancak kurtuluşa erebiliriz. Bunun için ilahî imtihan karşısında sabır, lütuf ve nimetlere karşı da şükürle mukabele etmesini bilmeliyiz. Eğer küçük bir sınamada isyan bayrağını açacak olursak, sevgi ve muhabbette sınıfta kaldık demektir. Sevgili sevgide samimiyet ister. Kudsî hadîste Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey Ademoğlu muhakkak ki Ben şanımın gereği olarak seni severim. Sen de üzerindeki hakkım sebebiyle beni sev”.[9]
Yüce Allah kulları ile arasında samimi bir sevgi olsun istiyor. Bundan dolayı da karşılıksız ve katıksız seven ve aynı şekilde karşılıksız ve katıksız sevilen anlamına gelen vedûd ismini kendisine isim olarak veriyor. “Allah’a ve ahiret gününe inanan topluluğun Allah’a ve Peygamberine düşmanlık eden bir kavme sevgi besleyeceğini ve onlarla dostluk kuracağını göremezsin”[10] ayetinde ifade edilen dostluk işte böyle bir dostluktur. İnananlar ancak Allah’a ve kendileri gibi inananlara sevgi gösterirler ve onlarla dost olurlar. Allah’a ve Peygamberine düşmanlık edenle yollarını ayırırlar. Öyleyse sevgi, sevgiliyle irtibat içinde olmayı ve ona yönelmeyi gerektirirken, düşmandan ve ağyardan uzak durmayı da beraberinde getirir. Çünkü dost dosta, seven sevdiğine ihanet etmez. Daha da önemlisi Allah Rasulü’nün dediği gibi “Seven sevdiğine eziyet etmez”[11]
Yüce Allah Kur’an’da vedûd ismini, rahîm ve gafûr isimleri ile birlikte anmaktadır. “Rabbinizden bağışlanma dileyin ve ona tevbede bulunun. Çünkü O, rahîm ve vedûddur”[12] Bunun anlamı Yüce Allah, tevbe eden ve bağışlanma kapısına yüz süren bütün kullarının günahlarını bağışlayan ve bütün yaramazlıklarına rağmen onları sevendir. Zaten Allah’tan başka ilah yoktur. “İlkin yaratan da öldükten sonra tekrar diriltecek olan O’dur. O, kullarının günahlarını bağışlayan ve onları karşılıksız ve katıksız sevendir.”[13]
Anlam itibariyle vedûd ile rahîm isimleri arasında bir yakınlık görünüyorsa aslında aralarında bir farkın olduğu açıktır. Bu farklılık dolayısıyla olacak ki, yukarıdaki ayette Yüce Allah iki ismi ayrı ayrı zikretmiştir. Rahmet, “yokluk ve yoksunluk içinde bulunan ihtiyaç sahibine ve zorda kalmış kişiye yönelik bir acıma ve bunun gereği olan yardımcı olmayı” ifade ederken meveddet, böyle “bir ihtiyaç ortaya çıkmaksızın veya bir çıkar söz konusu olmaksızın karşılıksız sevmeyi ve yönelmeyi” ifade eder. Allah’ın kuluna rahmeti onun ihtiyaçlarını gidermesi ve zorluktan kurtarması, meveddeti ise sevgisinin gereği olarak nimet vermesi ve ikramda bulunmasıdır.[14] Mağfiret ve meveddet arasında da buna benzer bir farklılık söz konusudur. Allah’ın mağfireti kulunun günahlarını bağışlaması ve onu manevî kirlerden arındırması, meveddeti ise kuluna ihsan ve ikramda bulunmasıdır.
Böylesi bir sevgiye mazhar olan kulun Allah’ı karşılıksız sevmesi ve ona yönelmesi beklenir. Allah’tan bir bela geldiğinde sabreden, bir nimete erdiğinde şükreden bir kul ancak meveddetten, muhabbetten ve rızadan bahseder. Eğer kul Allah’ın kendisine gösterdiği karşılıksız sevgiyi terk eder veya bunu bir çıkara bağlarsa o takdirde Yüce Allah’ın şu ayetine muhatap olur: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse Yüce Allah, kendisinin sevdiği, onların da kendisini seveceği, müminlere karşı mütevazi, kafirlere karşı onurlu bir topluluğu onların yerine getirir.”[15] Allah’ın sevgisine icabet eden “müminlerin ödülleri Alt taraflarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebediyen kalacaklardır. Allah onlardan hoşnut onlar da Allah’tan hoşnutturlar.”[16]
Öyleyse sevgi karşılıklı sevilme de karşılıklıdır. Yüce Allah severken sevilen, kul da severken sevilendir. Kullar içinde sevginin kemal derecesinde tezahür ettiği insan da Peygamberimiz Efendimiz Hz. Muhammed’dir. Şu ayet-i kerime O’nu ve ondaki sevgiyi ne güzel anlatır: “Size içinizden bir peygamber geldi. O, sizin zorluk çekmenize dayanamaz, iman edesiniz diye kendisini paralar ve iman edenlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir”[17]Bizim için eşsiz bir örnek olan yüce Peygamberimizi bu noktada örnek almamız gerekiyor.
Sevginin ölçüsü Efendimizin şu hadisinde geçtiği gibi “Kendin için olmasını arzu ettiğin şeyi insanlar için de arzu etmendir.”[18] Ancak sevgide ölçüyü de kaçırmamak gerekir. Çünkü hadîs-i şerifte ifade edildiği gibi “Birine veya bir şeye karşı sevgin, gözünü kör, kulağını sağır edebilir.”[19] Bu takdirde şu Nebevî öğüde kulak vermek gerekir: “Sevdiğini ölçülü sev, bir gün ona kızabilirisin. Kızdığına da ölçülü kız bir gün gelir sevebilirsin.”[20] Bu hadîs, sevgide ve kızgınlıkta aşırılığa gidenlerin, sevdiklerini ve kızdıklarını farkına varmadan bir helaka sürükleyebileceklerini ifade eder. Halk arasındaki “çok sevgi öldürür” sözü ile de anlatılmak istenen bu olsa gerektir. Öyleyse diğer davranışlarda olduğu gibi sevgide de ölçüye, adalete ve orta yolu tutmaya riayet şarttır.
“Temiz, saf ve yakın olan kullarını seven ey Vedûd! Kalbime senin sevgini koy, müminlerin kalbine de benim sevgimi koy.”[21]
Kaynaklar
Gazzalî, el-Maksadü’l-esnâ fî şerhi esmâi’l-lahî’l-hüsnâ, Beyrut, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Isbahanî, el-Müfredât, İstanbul 1986.
Fahreddîn er-Razî, Levâmiü’l-beyyinât Şerhu Esmâi’l-lâhi Teâlâ ve’s-sıfât, Kahire 1420/2000.
Muhyiddin İbn Arabî, Mişkâtü’l-Envâr-Nurlar Hazinesi (trc. Mehmet Demirci), İstanbul 1990.
Muhyiddin İbn Arabî, en-Nûru’l-Esnâ, Kahire 1398/1978.
Suat Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, İstanbul 1987, s. 100-108.
Metin Yurdagür, Esmâ-i Hüsnâ, İstanbul 1996, s. 65-68.
Ahmed Abdulcevad, Ve Lillahi el-Esmaü’l-Hüsnâ, Beyrut, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 13-17.
[1] Âl-i İmrân 3/69.
[2] el-Bakara 2/105.
[3] el-Meâric 70/11-14.
[4] Meryem 19/96.
[5] er-Rûm 30/21.
[6] Isbahanî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s. 811-812; Ebü’l-Bekâ, el-Külliyât, Beyrut 1412/1992, s. 397, 942.
[7] eş-Şûrâ 42/23
[8] Aclûnî, Keşfu’l-hafâ (nşr. Ahmed el-Kallâş), Beyrut 1405/1985, I, 221.
[9] Muhyiddin İbn Arabî, Nurlar Hazinesi-Mişkâtü’l-Envâr (trc. Mehmet Demirci), İstanbul 1990, s. 122.
[10] el-Mücadele 58/22.
[11] Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, I, 411.
[12] Hûd 11/90.
[13] el-Burûc 85/14.
[14] Gazzalî, el-Maksadü’l-esnâ fî şerhi esmâi’l-lahî’l-hüsnâ, Beyrut, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 93; Fahreddîn er-Razî, Levâmiü’l-beyyinât Şerhu Esmâi’l-lâhi Teâlâ ve’s-sıfât, Kahire 1420/2000, s. 274.
[15] el-Mâide 5/54.
[16] el-Beyyine 98/8.
[17] et-Tevbe 9/128.
[18] Aclunî Keşfu’l-Hafâ, I, 54.
[19] Aclunî Keşfu’l-Hafâ, I, 410.
[20] Aclunî Keşfu’l-Hafâ, I, 54
[21] Muhyiddin İbn Arabî, en-Nûru’l-Esnâ, Kahire 1398/1978, s. 7.