Prof. Dr. Adem APAK

İnsanı yeryüzünün en üstün varlığı olarak yaratan Cenab-ı Allah, onu diğer canlılardan ayırmak için akıl gibi bir özellikle donatmıştır.  Akıl sayesindedir ki insanoğlu yeryüzünün imkanlarından faydalanmakta yararlanmakta ve karşılaştığı problemleri çözebilmektedir. Kendisine akıl nimeti verilen insan, bunun karşılığında sorumlu tutulmakta ve dünyada çalışmakla mükellef olmaktadır.  Gerçekten de kişinin kendisi ve ailesinin hayatını sürdürebilmesi, ülkesi ve milleti için faydalı bir fert olması için de çalışıp çaba göstermesi gerekir.  Bu gerçeği, Kur’ân “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur” (Necm,81/ 38) şeklinde ifade eder.

İslâm dini inananlara hem dünya hem de ahiret için çalışmayı emretmekte ve onlardan her iki alem için hazırlık yapılmalarını istemektedir.  Buna göre dünya için ahireti, ahiret hayatı için dünyayı terk etmek, uygun görülmemekte ve her iki dünya için denge kurulması tavsiye edilmektedir. (Bakara,2/ 201)  Gerek dünya, gerekse öbür alemle ilgili görevlerini ifa ettikten sonra insanın sorumluluğu ortadan kalkar.  Bundan sonra insan için tevekkül devresi başlar.  Tevekkül, meşru anlamda bir maksada ulaşmak amacıyla, bir işi başarmak için her türlü çalışmayı yapıp gayret gösterdikten sonra, Allah’a güvenip gayretinin sonucunu ondan beklemektir.  Başka bir ifadeyle, sebeplere sarıldıktan sonra neticeyi Allah’a havale etmektir.  Böyle bir durum her şeyden önce ferdi, ruhen de rahatlatır.  Çünkü insan, hedefe ulaşmak için her türlü gayreti göstermiş, tedbirini almış ve sonucunu en güvenilen varlık olan Allah’a sevketmiştir.  Böyle bir ruh haliyle işini tamamlayan kişi hedefinin sonucu konusunda da herhangi bir endişe duymaz.  Zira her şey Allah’ın kontrolü altındadır, O dilemezse hiçbir şey gerçekleşmez, O dilediğinde de buna kimse engel olamaz.  Dolayısıyla Allah’a tevekkül eden mümin, isteği gerçekleşmez, hedefine ulaşamazsa dahi, bunda hayal kırıklığına uğramaz, zira Allah böyle bir sonucu kendisi için daha hayırlı kılmıştır, diye düşünür. Gerçekten de kendi hayatımızda da örnekleyebileceğimiz gibi, bazen gayretlerimize rağmen bir hedefe ulaşamadığımızda üzüldüğümüz, ümitsizliği kapıldığımız olmuştur.  Ancak zaman geçtikçe bu işin istediğimiz gibi gerçekleşmemiş olmasının kendimiz için daha hayırlı olduğunu görmüşüzdür.

Her anlamda model insan olan Hz. Muhammed’in (sav) tevekkül konusunda da güzel bir örneklik göstermiştir:

Hz. Peygamber’in (sav) Mekke müşrikleriyle imzaladığı Hudeybiye anlaşmasının maddelerinden birinde, şâyet Medine’den Mekke’ye dönmek isteyen bir kişi olursa ona izin verilecek, ancak Mekke’den Müslüman olup Medine’ye gitmek isteyen kişi çıkarsa buna müsaade edilmeyecekti.  Daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan Mekke delegasyonu başkanı Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, Müslüman olduğunu ilan ederek Medinelilerin arasına karıştı.  Mekke müşrikleri bunun anlaşmaya aykırı olduğunu söyleyerek onu geri istediler.  Hz. Peygamber’de (sav) ashabın tüm rica ve ısrarlarına rağmen, anlaşma hukukuna dayanarak Ebû Cendel’i Mekkelilere teslim etti.  Bu hadise karşısında müteessir kalan bazı sahabiler, Hz. Peygamber’e (sav) karşı kırgınlıklarını belirtir şekilde, onun emirlerine karşı kayıtsız ve isteksiz davranmışlardır.  Allah Rasûlü (sav) ise tüm gayretleri göstermiş, tedbirleri almış ve Allah’a tam tevekkül içinde Medine’ye geri dönmüştü. Müslümanlar ile birlikte Medine’ye dönemeyen Ebû Cendel, babasının yanında barınamadı ve Mekke ile Medine arasında Mekke-Şam ticaret yolu üzerinde bir vadiyi mekan tuttu.  Daha sonra Müslüman olup da iki şehre de giremeyen başka insanlar ona katıldılar ve hep birlikte kendilerini bu hale getiren Mekke’lilerden intikam almaya karar vererek, Şam’a giden Mekke ticaret kervanlarını yağmalamaya ve Mekke’nin en önemli geçim kaynağı olan ticareti engellemeye başladılar.  Bu durum karşısında Mekkeliler kendi istekleriyle anlaşmaya koydurdukları maddenin kaldırılması için bizzat Hz. Peygamber’e (sav) müracaat etmek zorunda kaldılar. (İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I-IV, (thk. Ömer Abdüsselam ed-Tedmüri), Kahire 1987, III, 263-266). Böylece başlangıçta Müslümanlar aleyhine görülen bu durum, daha sonra onların lehine gerçekleşmiş, Hz. Peygamber’in (sav) tevekkülü Müslümanlar için büyük imkanlar sağlamıştır.

Tevekkülde aslolan, bütün gayret gösterildikten ve çalışma yapıldıktan sonra Allah’a güvenmektir.  Yani tevekkül gayretin ikinci safhasıdır.  Yoksa hiç bir emek harcanmadan, sebeplere müracaat edilmeden işleri Allah’a havale etmek, tevekkül değil, tembelliktir ki, tembellik yüce dinimizin ruhuna aykırıdır.  Kur’ân’da da tembellik yerilmekte, bunun yerine çalışmak, insanlara yardım etmek övülmektedir. (Yûnus, 109/9; Nahl,76/ 92)

Merhum Mehmet Akif, Safahat’ın Fatih Kürsüsünde kısmında, çalışmayıp tembellik edenleri tenkit ettikten sonra bir tembelliğini tevekkül olarak adlandıran müminleri şöyle hicvetmektedir:

“Çalış dedikçe din, çalışmadın, durdun.

Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!

Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,

Zavallı dini çevirdin maskaraya!

Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,

Yorulma, öyle ya Rabbin hizmetçin iken!

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini.

Birer birer yazıp tamamlayınca listesini;

Bütün işleri Rabbim görür: Vazifesidir.

Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir.

… Ya sen nesin Mütevekkil, yutulmaz artık bu!

Biraz saygı gerekir, ne saygısızlık bu!

Hüda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hüda,

Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete ha!

…Tevekkül böyle emir vermek mi demektir Allah’a

Kur’ân’ın kimin için indiğini hiç düşündüğü yok..

Sorsalar Kur’ân’ın muhatabı Allah’tır diyecek!

…En ufak işinde başvurmazsan gayeye ulaştıracak vasıtalara,

O işi başarmanın imkanı var mıdır acaba?…” ( Safahat, I-II, (hzr. Ö. Faruk Huyugüzel-Rıza Bağcı-Fazıl Gökçek), Feza Gazetecilik. I, 494-497. Burada sadeleştirilmiş metin kullanılmıştır)

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, tevekkül; insanın bir işte muvaffak olabilmesi için çalışması, kendisini başarıya ulaştıracak metodu doğru bir şekilde uygulaması ve bunun sonunda istediğine ulaşabilmesi için Allah’a sığınması ve onun yardımını, kararını beklemesidir. Son sözü Kur’an’ın yüce tavsiyesine bırakalım:

“Ey Muhamed de ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez.  O bizim Mevlamızdır.  O’nun içim mü’minler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler”. (Tevbe, 104/51).

 

  • PAYLAŞ