Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
“Şehir Müslümanlığı/Kent Dindarlığı” üzerinde durulması gereken bir tartışma. Ancak neresinden başlanacağı da çok açık olmayan bir tartışma. Şehir dindarlığı derken kim neyi anlıyor veya neyi anlaması gerekiyor? Bir ortak nokta bulmak mümkün müdür? Bazıları “Kent Dindarlığı” kavramını tercih ederken diğerleri bunun yerine “Şehir Müslümanlığı” ifadesini daha uygun bulmaktadır. Acaba bu ifade/kavram farklılığı bile kimin nerede durduğunu mu gösteriyor? Kent yerine şehir demek, dindarlık yerine Müslümanlık demek acaba bir kaygının, duruşun veya konumun icabı mı? Belki kavramlara takılmamalı ama yine de bu durumun altının çizilmesi gerekir. Zira biz insanlar kavramlarla konuşur, anlaşır ve hükümler ortaya koyarız.
Bir başka açıdan kent dindarlığı denilirken bunun karşısına bir köy dindarlığı mı konulmak isteniyor veya öyle mi varsayılıyor? Şehirlerin köyleşmesinden/köylüleşmesinden mi kaygı duyuluyor? 1950 sonrası hızlı kentleşme, şehirleri köylüleştirdi mi? Yoksa şehirlere yeni bir imkan ve zenginlik mi kattı? Bununla şehirler yeni bir kimliğe ve görüntüye mi kavuştu? Bu şekilde meseleyi bir şehir-köy karşıtlığı/çatışması şeklinde ele almak, yeni bir kutuplaşma zemini oluşturmak anlamına gelir. Biz bu nokta üzerinde durmayıp eski deyimle mefhumun muhalifini almayıp/lafı tersinden anlamayıp doğru bir anlayış ve algılayış içerisinde yolumuza devam edelim.
Bu yazının zemini oluşturmak bakımından öncelikle geçmişe bir bakmakta yarar var. Diğer bir deyişle İslam-şehir ilişkisini kısaca gözden geçirmek gerekir.
İslam’ın doğduğu kent, Mekke’dir. Mekke tarıma elverişli bir toprağa sahip değildi. Bu yüzden orada sadece ticaret vardı ve ticaret tek geçim kaynağı idi. Her yıl düzenlenen ticarî panayırlarla (siz buna bugünün deyimiyle fuar deyin) Mekke şehri bölgenin ticaret merkezi konumundaydı.
İslam’ın geliştiği şehir ise, bir tarım kenti olan Yesrib idi. Ama Yesrib, Mekke’den gelen ve ticarî tecrübesi olan muhacirlerle birlikte kısa zamanda bir ticaret kenti olma özelliği de kazandı. Adı Yesrib olmaktan çıkıp Medine’ye dönüştü. Medine kelimesinin medeniyet kelimesi ile bağının olduğunu da hatırlamak gerekir. Böylece hem tarım hem de ticaret kenti olan Medine’de Mekke’ye göre yeni bir İslam algılayışı meydana geldi.
İslam toplumu geliştikçe ve sınırları genişledikçe yeni şehirlere ihtiyaç duyuldu. Bu yeni şehirleri iki kategoriye ayırmak mümkündür: Basra, Kûfe, Bağdat ve Kahire gibi bizzat Müslümanlar tarafından kurulan şehirler ile Şam, Semerkant, Buhara, Kurtuba ve İstanbul gibi bir başka medeniyetin kültür merkezi iken devralınan şehirler. Bu iki tür şehirlerde farklı İslam algılayışları oldu. Aslında ilk dönemdeki, özellikle Hz. Ali dönemindeki çatışmaları bir şehir çatışması olarak görmek de mümkündür. Bir yanda Hz. Ali’yi destekleyen Kûfe ile diğer yanda Hz. Muaviye’yi destekleyen Şam vardı. Basra, Kûfe’nin yanında, Eski Kahire/Fustat ise Şam’ın yanında yer alıyordu. Mekke ve Medine sanki kendisini bu çatışmanın dışında tutmak arzusundaydı.
Ancak bu çatışmadan, devranılan şehir olan Şam galip geldi. Böylece devralınan bir şehrin hükümet merkezi olması yeni bir İslam anlayışını beraberinde getirdi. Ancak Şam’ın iktidarı çok sürmedi. Kufe yanlıları yeniden iktidarı ele geçirdi. Ama onlar da gidip Kufe’ye yerleşmek yerine Bağdat’ı kurup yeni bir İslam algı ve anlayışı oluşturmaya yöneldiler. Ancak bu oluşum üzerinde Basra ve Kufe’nin büyük etkisinin olduğu da bir gerçektir.
Zaman içinde doğuda Semerkand, batıda ise Kurtuba (Cordoba) yeni İslam kültür merkezleri oldu. Osmanlı’nın başkenti İstanbul, adeta bu üç kültürü buluşturmaya çalıştı. İlk Osmanlı Müderrisi olan Davud-i Kayserî’nin önce Mısır’da ardından İran coğrafyasında ilim öğrenmesi; doğu, batı ve merkez İslam coğrafyasının İslam algılayışını Osmanlının yeni merkezi olan İznik’e taşıması anlamına geliyordu. Onun şahsında kelam, fıkıh, tasavvuf ve felsefe adeta bir ebru ahengi içerisinde buluşmuştu. Osmanlı’nın ilk şeyhülislamı Molla Fenarî de aynı özelliklere sahipti. Her ikisi de, Endülüslü Muhyiddin İbn Arabi yolunda bir Osmanlı fakihi idi. O yüzden Osmanlı kültürü İslam dünyasında farklılıkların ahenk içerisinde buluştuğu bir yapı olarak karşımıza çıkar.
Öyleyse Osmanlı İslam algılayışı ve bunun Osmanlı kentlerine yansıması önemlidir. Bunu Balkanlarda Saray Bosna’da görmek mümkün olduğu gibi Ortadoğu da Şam’da da görmek mümkündür.
Tekrar konuya dönecek olursak, acaba kaybolan kent dindarlığından kastedilen, bu Osmanlı algılayışı içerisinde gelişen Osmanlı kent dindarlığı mıdır?
Eskiyi tekrar günümüze getirmek asla mümkün değildir. Ne Hz. Peygamber dönemi Medine’sini, ne de Osmanlı’nın İstanbul’unu. Biz şu anda Türkiye’nin İstanbul’unu, Ankara’sını İzmir’ini, Bursa’sını, Trabzon’unu, Diyarbakır’ını Sivas’ını, Konya’sını düşünmeliyiz ve konuşmalıyız. Buralardaki dindarlık algılayışının ne olduğunu ve ne olması gerektiği üzerinde durmalıyız. Buradan yani hal-i hazırdaki zemin üzerinden giderek belki kaybettiklerimizi yeniden bulup, gün yüzüne çıkarıp, yeniden üretmek imkanını bulabiliriz. Üretmek derken uydurmak veya turistik, ticarî ve siyasî bir meta haline getirmeyi kastetmiyorum. Onun özümsenmesini, yeni zamanlardaki yerini almasını ve hayat ile uyumlu hale getirilmesini kastediyorum.
Hayatın bir değişmeyen bir de değişen yönü vardır. Değişmeyen yönü devamlılık düşüncesini ve geleneği oluşturur. Değişen yönü ise gelişmeyi meydana getirir. Hayat canlıdır. Her şey her an yeni bir şeydir. İnsan aynı olsa bile, aynı adımı iki kere atma imkanı yoktur. Öyleyse her türlü kural, hayatın değişmeyen yönünü yani geleneği gözettiği kadar değişen yönünü yani gelişmeyi de gözetmelidir.
Aslında sıkıntımız da buradan kaynaklanıyor. Eğer İslam’ı veya kültürel unsurları, sadece ticarî bir meta haline getiriliyor veya siyasî rant aracı olarak kullanılıyorsa bunun sebebi özümsenmemesi, yeni zamanlardaki yerinin tespit edilmemesi ve her şeyden önemlisi bir takım engeller dolayısıyla hayatın değişen yönü ile uyumlu bir konuma kavuşturulamamasındandır. Aslında bu, toplumun bütün değerleri için söz konusudur.
Toplum içinde öteki meydana getirme veya var sayma sonucu oluşan karşılıklı direnme ve reddetme ortamında bunun gerçekleşmesi de imkan dahilinde değildir. Herkesimin bir diğerini reddettiği, her türlü öneriye kendisini kapattığı, her türlü gelişmeye direndiği bir ortamda bunun olması çok zordur. Önce ortamın yumuşatılması ve normalleştirilmesi gerekir. Bunun sağlanması ile dindarlık, bir siyasî ve ticarî rant aracı olmaktan çıkacak ve normalleşecektir. Belki bununla dindarlık dışındaki diğer değerler de, siyasî ve ticarî rant aracı olarak kullanılmaktan kurtulacaktır. Çünkü böylesi bir ortamda sadece dindarlık değil, tüm değerler aynı muameleye tabi tutulmaktadır.
Eğer bugün anormal bir dindarlık söz konusu ise, bu kutuplaşmanın getirdiği çarpıklıktan kaynaklanmaktadır. Şunu herkesin kendisine sorması gerekir: Dindarlık algılayışının anormal olduğu bir toplumda veya ortamda diğer algılayışlar ne kadar normaldir? Bir toplumun bir katmanında bir sorun varsa, diğer katmanlarında da aynı sorunun yansımasının bulunması kaçınılmaz değil midir? Öyleyse düzelme ve düzenleme, toplum içinde ayrım yapmaksızın, toplumun bütünü hedeflemelidir. Bu düzenleme de, farklılıkları yok etmeye değil, korumaya ve bir arada ahenk içerisinde yaşamasını sağlamaya yönelik olmalıdır.
Bunun için fedakarlık gerekir. Ancak bunu, bir kesimden beklemek veya bütün yükü bir kesim üzerine yıkmak, adil bir yaklaşım olmaz. Öncelikle her birimiz veya her kesimimiz kendisini bir vücudun organları gibi kabul etmeli ve bir organda meydana gelen acıyı diğerleri de hissedebilmelidir. İşte bu gerçekleştiği takdirde, değerlerin yerli yerine oturduğu bir ortam sağlanmış ve bir arada yaşama şartları ve imkanı oluşturulmuş demektir.