Kişinin doğal aidiyeti en yakın olan anne-babadan başlamak üzere en geniş aidiyet insanlığa kadar gider. Bu iki aidiyet arasında asla bir çatışma olmaz, her aidiyet bağı bir birine paralel ve birbirini destekler mahiyettedir. Açıklamak gerekirse kişinin anne-baba aidiyeti insanlık aidiyetini güçlendirirken, bu aidiyetlerin sözgelimi mahalle sakini, şehrin hemşehrisi ve ülkenin vatandaşı olma aidiyetini de güçlendirdiği açıktır.

Anılan bu doğal aidiyetlerin yanında kişinin gönül ve tercih aidiyetleri vardır. Gönül aidiyetleri aşk, sevgi, dostluk şeklinde gelişirken tercih aidiyetleri meslek, bir mekanın sakini olmak, komşuluk şeklinde gerçekleşir. Bir dine müntesip olmak, bu iki aidiyeti birlikte gerektirir. Dine giren kişi öncelikle bir tercihte bulunur, ancak bu tercihini gönül ile irtibatlandırması diğer bir deyişle gönül bağı ile bağlaması adeta bir düğüm atması gerekir. Dolayısıyla zahirî tercihler yukarıda geçtiği gibi dinde yeterli değildir. Zahirî tercihin gönül/kalp onayı ile birleşmesi ve böylece tutarlı bir aidiyetin ortaya çıkması arzu edilir. Bu yüzden iman, dil ile ikrar kalp ile tasdîk ile gerçekleşir. Yani dilin söylediğinin kalbin desteklemesi gerekir ki, sağlam ve tutarlı bir inanç olsun. Dindeki bu aidiyet biçimi veya yapısı aynı şekilde tasavvufta da geçerlidir. Tasavvuf yoluna yani bir tarikata müntesip olmak isteyen kişi, hem tercih yapmalı hem de bu tercihini gönül desteği ile perçinlemelidir. Zaten tasavvufa intisap, rabıta, yola girmek, sülûk, el almak, bağlanmak gibi kavramlarla ifade edilir. Rabıta ile bağlanma, sülûk ile yola girmek, el alma ile intisap etmek aynı anlamdadır. Yola giren, gönlünü hedefe kilitleyen, ona bağlayan ve neticede şeyhinden el alan yani ona biat edendir. Bununla aidiyet artık kurulmuş demektir. Tasavvuftaki aidiyet de en yakından başlayarak devam eden bir süreci ifade eder. Şeyhe olan aidiyet, şeyhin şeyhine oradan silsile ile Hz. Peygamber’e ve nihayet Allah’a bir bağlılık ve aidiyet şeklinde ortaya çıkar.

Bu aidiyette inanç aidiyetinde olduğu gibi üç husus aranır: sevgi, güven ve samimiyet.  Bunlar karşılıklı gerçekleşir ve birbirlerini besleyen bir sürece dönüşür. İnançta Allah’ı seven O’na güvenir, O’na güvenen O’na karşı semimi olur. “De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır ve merhamet sahibidir.” (Al-i İmrân 3/31). Bu ayette sevgi, bağlılık ve güven bir arada zikredilmektedir. Allah’ı seven kişi Hz. Peygamber’e bağlılık içinde olmalıdır. Böyle bir bağlılık içinde olan kişi için artık bağışlanma güvencesi söz konusudur. Nitekim bir hadîste “Din samimiyettir” Kime karşı samimiyet diye sormuşlar Hz. Peygamber’e, O şöyle cevap vermiş: Allah’a, Kitabına, Peygamberine ve Müslümanların önderlerine ve bütün inananlara” (Nevevî, Riyâzü’s-sâlihîn, hadîs no: 181).  Bu samimiyeti ve sevgiyi ortadan kaldıran, güven duygusunu zedeleyen bir topluluk söz konusu olduğunda Yüce Allah karşılıklı sevgi ve güven bağının bulunduğu, samimiyetin kuvvetli bir şekilde tesis edildiği başka bir topluğu getireceğini bildiriyor (bk. el-Mâide 5/54).

Tasavvufta şeyh ile mürid, mürşit ile sâlik arasındaki ilişki tam da böyle bir niteliktedir. Şeyhin muhabbet nazarının mürid üzerindeki tecellisi, müridde şeyhine karşı samimi/içten bir bağlılık şeklinde gerçekleşir. Bu bağlılık görüntünün ardında kalbî bir heyecana ve ritme dönüştüğünde müridin görünüşünde, hareketlerinde ve duruşunda bunun yansımaları ortaya çıkar. Sâlikin yüzünde nur, hareketlerinde teenni, davranışlarında olgunluk gün be gün kemâle evrilir. Bu, aidiyetin inanca dönüşmesi ve insanın kalbinin sabit kılınması sürecinin tamamlanması, bir başka ifade ile şeyh ile müridi arasında sevgi, güven ve samimiyete dayalı bir ilişkinin bir köprünün kurulmasıdır.

Bu köprü sadece şeyh ile sınırlı değil, bir zincirin halkaları gibi yol silsilesinin en uç noktasına kadar uzanan bir köprüdür. Her bir yol eri köprünün hem direği hem de işaret levhasıdır. Hem köprüyü tutar hem yol gösterir. Bir kesinti, kendiliğinden olmak, aykırı durmak, yeni yetme, yerden yetme burada geçerli değildir. Yola düşen, işaretleri takip eden vuslata erer, maksuda kavuşur. Bundan dolayı belden gelmek değil, yoldan gelmek esastır demişlerdir.  Yalnız, yola giren asla kendisini sonuncu halka olarak görmemelidir. Çünkü bu yolda son halka, sonuncu halka değil, yeni bir başlangıç ve yeni dikilmiş bir işaret levhasıdır.

 

Eroğlu Nuri’de Aidiyet

XVI. yüzyıl Halvetî şeyhlerinden bugün Finike sınırları içinde metfun bulunan Elmalılı Eroğlu Nuri (ö. 1012/1603) inanç ve aidiyet konusu için iyi bir örnekliktir. Nitekim onun şeyhi olan Vahib Ümmî’yi (ö. 1004/1595) tanımlaması, şeyhi ile arasındaki aidiyeti betimlemesi yukarıdan beri anlattıklarımıza bir örneklik teşkil edecek niteliktedir. Onun Divançe’sinin ilk şiiri olan ve “Benim şeyhim gibi ulu şeyh olmaz” redifli şiirinden (Eroğlu Nuri, Divançe-i İlahiyât, haz. M. Tatçı, s. 103-104) hareketle aidiyet ile ilgili yeni ve farklı bir pencere açmak mümkündür.

“Dâim bunlar aşkın minaresinde/Benim şeyhim gibi ulu şeyh olmaz.

Tarîkat pîrlerinin arasında/Benim şeyhim gibi ulu şeyh olmaz.

Onun şeyhi aşkın minaresindedir. Ama yalnız değildir, diğer pîrlerin arasında onlarla bir ve birliktedir. Ona olan aidiyeti gözünde o kadar büyümüştür ki Eroğlu’nun redif halinde söylediği “Benim şeyhim gibi ulu şeyh olmaz” sözleri bir aykırılık hissi vermez. Çünkü şiiri okuyup da onun hissine tercüman olan kişi, bunun doğal ve beklenilen bir şey olduğunu görür ve hisseder.

Pîrinin de bir aidiyeti vardır ve bunun için Hz. Ali’ye işaret eder. O, ehl-i kâl değil, ehl-i hâldir. Çünkü o, sadece söz söyleyen ve görünüşü kurtaran değil, her sözün kalbinde bir karşılığı olandır. Kalbiyle dili arasında bir tutarlılık söz konusudur. Sevgi, güven ve samimiyet esastır.

Hz. Ali de yolun ilk işaret taşı veya vuslatın kendisi değildir. O da ara işaretlerden ve ara direklerden biridir. Onu da geçip bir ileri noktaya Hz. Peygamber’e ulaşmak gerekir. İşte bu makamda o, şeyhini Yüce Peygamber ile birlikte tasavvur eder. “Her halinde Peygamberle biledir” Artık yol bellidir, sınırları büyük ölçüde çizilmiştir.

“Taliplerin gönül gözünü açar/Sıfat-ı tis’adan Rahman’a geçer

“Sülük ile vahdet mülküne göçer/Benim şeyhim gibi ulu şeyh olmaz”

Yolun ucu görünmüştür. Pîrin görevi de bu uç noktayı göstermektir. Maksud belli, vuslat belli, matlub bellidir. Yunus’un dediği gibi “Muradıma maksuduma ermezsem/Yazık bana hayıf bana vah bana” Bu maksuda ve murada ancak yolun pîri ile ulaşılır. Onun yedeğinde, emrinde, gönlünde ve gözünde ulaşılır. Ona olan sevgi, güven ve samimiyetin meyvesi o murada ve maksuda ulaşmak şeklinde tecelli eder.

Artık tâlib pîrin yedeğinde ve emrindedir. Kendini yola koymuş, yolcuya emanet etmiş ve ardına düşmüştür.

“Talib-i geçirir ilme’l-yakînde/Gösterir kesbini ayne’l-yakînde

Tesellî buldurur hakka’l-yakînde/Benim şeyhim gibi ulu şeyh olmaz.

Ne demiştik aşama aşama tâlib, kendisine belirlenen süreçleri geçer ve vuslata yaklaşır. İlk durak ilme’l-yakîndir. İlim önemlidir ama ilk duraktır. Ona kanıp öğrendim ve erdim havasına girmemek gerekir. Pîrin eteğinden tutunup yola devam etmek esastır. İkinci durak ayne’l-yakîndir. Gözün, gördüğü, daldığı ve donduğu an. Bu halden de kurtulmak gerek. Göz görmüştür ama gönlün sevmesi esastır. İşte o sevginin peşine düşmektir aslolan. Çünkü tesellî oradadır. Tesellîde huzur, sükûn ve rahatlık vardır. Bulmak ve bulduğuna kanmak, bir olmak ve birlikte olmak vardır. “O gün yüzler vardır ışıl ışıl, Rablerine bakarlar” (el-Kıyâme 75/22). İşte vuslat budur, maksût budur ve matlûb budur.

Nitekim Kur’an bize ilme’l-yakîn bilgi verir: “Rableri katında onlara verilecek mükafat ebedî içinde kalacakları Adn cennetleridir. Kendileri için de orada ebedî bir hayat vardır. Allah onlardan hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte bu Allah’tan başkasına yönelmekten korkanlar içindir” (el-Beyyine 98/8). Kur’an’da verilen bu ilme’l-yakîn bilgi, cennet giren için ayne’l-yakîn olacak, Cemâlullah’ı temaşa eden için ise yani Allah’ın hoşnutluğuna erip ondan hoşnut olanlar için ise hakka’l-yakîn bir bilgiye dönüşecektir.

Bu noktaya ulaşmanın yolu da gösterilir:

“Fakrı fahr edindi iman içinde/münkir olan kaldı gümân içinde

Mürşid-i kâmildir zaman içinde/Benim şeyhim gibi ulu şeyh olmaz.”

Fakrı fahr edinmek, fakirlikten gocunmamak aksine onu bir övünç hırkası olarak sırtında taşımak. Fakr, aslında aidiyetin ta kendisidir. Çünkü ulu şeyhler kendilerini tanıtırken “fakîr ila’l-llah” derler. Kendilerini Allah’a muhtaç bir kul olarak tanıtırlar. Çünkü O’na muhtaç olan gayrıdan müstağnî olur. Sadece O’nun kulu olur. Ama münkir olan güman içinde kalır. Çünkü o, O’nun yolundan çıkmış, gayrın yoluna girmiş. Gayr, çokluktur. Münkir o çoğun ve çokluğun kulu olandır. “Kim tağutu inkar eder ve Allah’a inanırsa sağlam bir kulpa tutunmuş olur” (el-Bakara 2/256).

Yol eri asla iki yüze bakmaz. O tevhid ehlidir. Tek yüze bakar ondan feyz alır ve onun feyzini ikrar ehline aktarır. Ne demiştik, sen sonuncu değil, yeni bir başlangıçsın. Çünkü senin eteğine tutunacak ikrar ehli için sen bir kulp, bir direk ve bir işaretsin.

“İki yüze bakmayıptır gözümüz/İnkar edenlerden döndü yüzümüz

Ehl-i İkraradır bizim sözümüz/Benim şeyhim gibi ulu şeyh olmaz.”

İkrar ehli iman ehlidir. İnanan, inandığı gibi yaşayan ve yaşadığı ile çevresine örnek olandır. Yolun başında duranlar, işte bu inananlar için bir hatırlatıcıdır. Çünkü her hatırlatma onların yararına ve yola devamınadır. “Devamlı anlat, hatırlat. Çünkü bu hatırlatma müminlerin faydasınadır” (ez-Zariyât 51/55) “Senin görevin sadece hatırlatmaktır” (el-Gâşiye 88/21) “Sana düşen sadece açıklamaktır. Hesaplarını görmek bizim işimizdir” (er-Ra’d 13/40). Vesselâm…

 

  • PAYLAŞ