Prof.Dr. Cağfer Karadaş
Tahran
15 kişilik bir akademisyen grubuyla 27 Mayıs 2011 tarihinde Türkiye’den ayrıldık ve uçakla aynı tarihte İran’a ulaştık. Amaç bugünü ve tarihi ile İran’ı tanımak ve akademik bilgi ve görgümüzü artırmaktı. İran’ın Tahran Humeyni Havaalanı, Türkiye’nin İstanbul Atatürk Havaalanına göre oldukça küçük. Ancak ilk dikkatimi çeken etrafta yazılan levhalarını birçoğunun tanıdık gelmesi oldu. İran Farsça konuşan bir ülkedir ama Arap alfabesini kullanır. Havaalanında ve şehirde çıkış anlamında huruç, yasak anlamında memnû’ kelimeleri çok fazla kullanılmaktaydı. Çıkış kontrol yerindeki pasaport anlamında kullanılan gozernameyi benim gezername şeklinde okumam cahil bilmez uydurur sözüne uygun iyi bir örnekti. Farsça bilmesen de Arapça ve Türkçe bilmek bugünün İran’ında bir çok şeyi anlamayı sağlar görünüyor. Daha sonra öğreneceğiz ki, gerçekten de Farsça içinde bol miktarda Arapça kelime bulunmaktadır. Zaten İran’da yabancılık çekmeyeceğimizi daha sonra anladık, çünkü bu ülkede çok fazla Azeri veya Türkmen asıllı Türk bulunmaktadır. Sözgelimi Tahran’ın neredeyse yarısı Türk’tür, dolayısıyla Türkiye’den gelen birisi için bu ülkede anlaşamama sıkıntısı diye bir şey söz konusu olamaz.
Tahran’ı ilk gördüğümde ilklim olarak Güney Doğu illerimizden Gaziantep veya Urfa’ya benzettim. Hava kurak, boz ve boş bir toprak. Sıcaklığını sert bir şekilde hissettiğiniz güneş, size ilk merhaba diyenlerdendi. Ancak İranlılar şehirlerine bakmışlar, kuru ve kurak bu iklimde yol boylarını ağaçlandırmayı başarmışlar, farklı ve çeşitli güllerle bahçeler meydana getirmişler. İkamet ettiğimiz “Evli Araştırmacılar Yurdu”nun bahçesi böylesi bir güzellikteydi. Evli araştırmacılara yönelik hazırlanmış bu yurt, bir oda bir salon mutfak, tuvalet ve banyodan ibaret apart dairelerden oluşmaktaydı. Biz, bu binanın son katında grubumuza tahsis edilen ve özenle düzenlenmiş apartlarda kaldık. Özellikle bize tahsis edilen teras katı bizim için hem Tahran akşamlarının o güzel havasını teneffüs etme yeri hem de ışıl ışıl şehri temaşa mekanı oldu. Orada kaldığımız üç akşam çay, karpuz, muhabbet ve sohbetin harmanlandığı akşamla oldu.
Tahran üniversitesi İran’ın en büyük üniversitesi yaklaşık öğrenci sayısı 35 bin civarında, şehir merkezinde büyük ve etkileyici bir kampusu var. Şehrin Cuma kılınan camisi de üniversite yerleşkesinin içinde bulunuyordu. Ancak Tahran içinde çok fazla caminin olduğu söylenemez. Kaldığımız üç gün içerisinde çok az sayıda camiinin varlığına şahit olduk. Bu yönüyle Tahran modern ve batılı bir görünüme sahip bir şehir. Üniversitede İlahiyat ve Edebiyat fakültelerini ziyaret etme fırsatımız oldu. Bize ilginç gelen üniversitenin etrafında yüzlerce diyebileceğimiz kitapçı dükkanın bulunmasıydı. Gelir düzeyi çok fazla olmamakla birlikte İran’da kitaba olan bu ilgi bizim için şaşırtıcıydı. Hemen her tür kitabı bulmak mümkündü. Özellikle yabancı dil kitapları çok fazla. Öğrendiğimize göre İran uluslar arası patent anlaşmalarını kabul etmediği için kitaplar orada korsan olarak basılmakta ve çok ucuz fiyata satılmaktaydı. Uluslar arası arenada bulunan nitelikli veya çok satan bir çok yayının tıpkısını orada bulmak mümkün.
İkinci gezdiğimiz üniversite Cafer-i Sadık Üniversitesi idi. Bu üniversitenin temel özelliği, bir sosyal bilimler üniversitesi olmasıydı. Doğrusu ben bu üniversiteden habersiz olarak bir yıl önce Türkiye’de artık sosyal bilimler üniversitesi kurulmasının gerekliliğine ve sosyal bilimlerin tıp ve teknik bilimler anlayış ve baskısından kurtulmasının zamanının geldiğini yazmıştım. Burada böyle bir üniversiteyi görmek özellikle benim için bir hayli ilginç oldu. Sonradan öğrendiğimize göre aslında bu üniversitenin kuruluş amacı klasik eğitim kurumları medreseler ile modern eğitim kurumları üniversiteler arasında bir geçiş/köprü vazifesi görmesi içinmiş.
İran İnsanı
Bu kısa gezi çerçevesinde İran insanını tam olarak tanıdığımız iddia etmemiz doğru olmaz. Ancak bazı gözlemlerimiz ve izlenimlerimiz oldu, bir parça onları aktarmamız mümkündür. İran, köklü medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir coğrafyadır. Doğu ile batı arasında ciddi bir köprü işlevi görmüştür. Doğusunda Hint ve Çin medeniyetleri batısında Mezopotamya ve Mısır medeniyetleri arasında yer almıştır. Hemen her köklü medeniyetin izlerini onda bulmak mümkündür. Yunanistan’da felsefenin yasaklanmasıyla birlikte felsefecilerin dönemin İran’ına sığınması ve meşhur Cündişapur felsefe okulunu oluşturmuş olmaları buna en çarpıcı örnektir. İslam hakimiyeti döneminde de başta Horasan bölgesindeki Nişabur, Belh ve Merv olmak üzere İsfehan, Tebriz, Rey, Kum gibi kentler birer ilim ve fikir merkezleri idi. Hatta Uzunçarşılı’nın tespitine göre Selçuklular dönemi ile Osmanlı’nın ilk zamanlarında Anadolu insanı dinî ilimleri öğrenmek için Şam ve Mısır’a, felsefi ve matematik gibi ilimleri öğrenmek için Azerbaycan, Horasan ve Maveraünnehir bölgelerine giderlerdi.
Günümüz İran insanı özellikle XIX. yüzyılda yoğun olarak yaşanan sömürgenin izlerini çeşitli şekil ve dozajda taşımaktadır. Bu izlerin belki en az olduğu kesim mollalardır. Ancak diğer kesimlerde dozajı değişse de bu büyük etkinin izleri hala varlığını sürdürmektedir. Öyle ki batı burada toplumlarına özellikle Amerika’ya karşı nefret ve hayranlık paralel yürümektedir. Konuşmalarında ve yazılı edebiyatında hatta sokak sloganlarında ciddi bir düşmanlık dışa vururken, bazı davranışlarından ve kültür öğelerinden bir hayranlığın olduğu da açıkça görülmektedir. Sanki İran tersinden Amerika olmaya çalışıyor. Bu bir izlenim ama bu izlenimin o kadar çok tezahürü var ki, zamanla bu, bir izlenim olmaktan çıkıyor açık bir gerçeğe dönüşüyor. Bunun en çarpıcı örneği alkolsüz biradır. Doğu geleneğinde/kültüründe alkollü ya da alkolsüz bira bir kültür bulunmaz. Bu geleneği yaşayan insan da arpa suyuna karşı bir istek veya özlem olmaz. Çünkü bu tür insanların arpa suyu içmek gibi bir alışkanlığı yoktur. Bu durumda biranın alkolsüzünü üretmenin hatta uçakta ikram etmenin bir taklit veya psikolojik eziklikten başka bir şeyle izah etmek güç görünüyor. Bunun gibi batıda olan bütün içecekleri İran’da bulmak mümkündür. Taklit/çakma bir çok markayı İran’da bulmak mümkündür.
İkinci çarpıcı örnek ise Tahran’da ziyaret ettiğimiz Humeyni’nin mezarının bir mozoleye dönüştürülmüş olmasıdır. Mezarın bulunduğu yere oldukça büyük bir mescit yapılmış ve mezar mescit içinde ziyarete açılmıştır. Bizim gezdiğimiz sırada Humeyni’nin ölüm yıl dönümüne denk geldiği için resmi ziyaretler de söz konusu idi. Ziyaretimiz esnasında bir devlet kurumu yetkilileri ellerinde çelenk ile geldiler, kabre/mozoleye çelengi koydular geri çekildiler ve müzik eşliğinde saygı duruşunda bulundular. Mescitte müzik çalmak doğru mu diye sorduğumuzda, o bunun bir müzik değil, marş olduğunu söylendi. Demek ki İran, çağın hakim kültürünü bir şekilde taklit ederek modernleşiyor.
Son bir not olarak Tahran sokaklarında gezerken çarşaflı veya burkalı kadın sayısı çok az olduğunu fark ettik. Blue jean giymiş ve başının yarısını veya dörtte birini örtmüş kadınlar çoğunluktaydı. Her ne kadar kadınlar için başörtüsü takmak zorunlu olsa bile İran kadını başını bulduğu ve bildiği şekilde örterek modernleşmektedir. Çünkü kadınlar hayatın neredeyse her alanından bulunmaktadır. Spordan iş hayatına ve özellikle üniversitelerde çok fazla görevli kadın olduğu bir gerçek. Ancak devlet memurları olan kadınların bazıları da tıpkı sokaktaki kadınlar gibi giyinmektedir. Öyle görünüyor ki, İran kadını yukarıda da değinildiği gibi baş açma yasağını bir şekilde deliyor veya yarısını hatta sadece saçlarının topuz kısmını örterek onu komik bir hale getiriyor. Gelirken uçakta birçok kadının başını açması bu yüzden bizi çok şaşırtmadı. Ancak beni şaşırtan İsfahan’da otel lobisinde Başının dörtte biri örtülü olan İranlı kadınların abartılı makyajlarının karşın aynı şekilde başını örtmek zorunda bırakılan batılı turistlerin sadeliği idi.
Rey
Rey Şehri, benim için Razîlerin şehriydi ve bu yüzden çok önemliydi. Orada Ebû Bekir Zekeriyyâ er-Razî, Ebû Bekir er-Râzî el-Cessâs, Fahreddîn er-Razî gibi isimleri göreceğimi hayal ediyordum. Giderken köhne şehir dediler bize. Biz de bir harabe şehirle karşılaşacağımızı düşündük. Ama gördük ki, yaşayan canlı bir şehir var orada. İmamlardan birinin veya bir mahdumunun mezarının bulunduğu beldeyi mamur etmede İranlıların üstüne yoktur. Orada imam soyundan bir şahsın mezarının olması dolayısıyla çarşısı pazarı şen ve cıvıl cıvıldı. Devasa bir külliye inşa etmişlerdi. Bana ilginç gelen külliyenin avlusunda hatta mescidin içinde ayak altında mezarların bulunması idi. Mezar olduğunu mermerlerin üstüne yazılmış kitabelerden ancak anlaşılıyor. Sonra Kum’da bir kütüphane ziyareti sırasında orayı tanıtan görevlinin “Bu kütüphanenin banisi gelip geçerken çiğnensin diye naşının ilim talebelerinin geçtiği yol üzerine konulmasını vasiyet etti” sözünden anladım ki, İran geleneğinde mukaddes görülen yerlere mezarlar yapılıyor ve özelikle de ayak altına gelen yerlere konularak ziyaretçilerin çiğnemesi ve bundan mezar sahibinin bir nasip/sevap alması umuluyor. Ancak Kum’da Fatıma-i Ma’sume mescidinin içindeki mezarlar -ki bunlardan biri de müfessir Tabâtabaî’nin kabri idi- on santim kadar yükseltilerek yapılmıştı ama üzerine basılmasından kimse rahatsız olmuyordu.
Rey’de bizi esas şaşırtan Tuğrul Bey kulesi idi. Muhteşem bir kule. İçi boş, tavanı yok, yaklaşık yüz metreye yakın uzunluğu, on metreye yakın genişliği ile ilk görüldüğünde de, içine girildiğinde de ihtişamı ve mimari zerâfeti ile insanı etkileyen bir yapı. Ses akustiği harikaydı. Kafilemizde bulunan musiki üstadı İbrahim Benlioğlu bu akustik şaheser karşısında dayanamadı ve kulenin içinde Tuğrul Beyin Ruhi için hem Kur’an okudu hem de ilahiler terennüm etti. Görevli Tuğrul Beyin kabrinin orada olduğunu ama yerinin tam olarak bilinmediğini, kendi deyimi ile muhtefi/gizli olduğunu söyledi. Muhtemeldir ki bu kule aslında onun bir kabri olarak/olsun diye inşa edilmişti. Küçük ama güzel bahçe içinde muhteşem kulenin içimizde bıraktığı derin teessürle Selçuklunun banisi ve büyük sultanı Tuğrul beyin ruhuna Fatihalar okuyarak oradan ayrıldık.
Kum
Kum şehri İran coğrafyasının en eski Şiî bölgesini teşkil eder. Bu şehrin Şiî karakterinden ve nüfusundan bundan bin yıl önce yaşamış olan ünlü coğrafyacı Makdisî kitabında bahseder. Şehre daha girerken bu havayı ve hali hemen fark ediyorsunuz zaten. Kimi siyah kimi beyaz sarıklı erkekler, çoğunluğu siyah çarşaflı kadınlar bu hali ve havayı size hemen yansıtıyor. Kum ve Tahran bu yönleriyle birbirine taban tabana zıt iki şehir görünümünde. Tahran’da sarıklı molla veya çarşaflı kadın çok az iken burada bunun dışındakiler azınlıkta kalıyor. Sarıklı mollaları biz Tahran’da daha çok üniversite çevrelerinde özellikle de toplantılarda gördük, Kum’da ise onlara adım başı rastlamak mümkün.
İçine girdiğimizde fark ettik ki, şehir sadece dini bir mekan değil aynı zamanda canlı bir ticaret merkezi. İran’ın en çok turist çeken kenti olduğunu da gelirken öğrenmiştik. Bugünün deyimiyle orada canlı bir inanç turizmi söz konusu. Fatıma-i Ma’sume’nin kabri şehrin merkezini oluşturmakta ve şehir adeta bu kabir etrafında kurulmuş görüntüsü vermektedir. Şehrin içinde medrese, cami, türbe, çarşı iç içe geçmiş durumda. Bu yönüyle Tahran’a göre karmaşık ve düzensiz bir görüntüsü var. “Niçin daha düzenli bir şehir oluşturulmuyor?” diye mihmandarımıza sorduğumuzda “Bunun mümkün olmadığını çünkü her yerde dini tarihi bir yapı veya medresenin bulunduğunu söyledi. Bu durum dünyanın her yerinde bütün eski kentler için geçerlidir aslında. Çünkü tarihi şehirler, yeni bir oluşuma veya dönüştürmeye izin vermiyor. Zaten onları o haliyle de muhafaza etmek gerekiyor.
Kum’da ilk ziyaret ettiğimiz yer İstanbul’da bulunan İslam Araştırmaları Merkezi’ne (İSAM) benzeyen İslamî İlimler İnceleme Merkezi adında bir araştırma merkezi idi. Tamamen teknoloji ile çalışan bu merkez Şiî/İran kültür ve ilmî birikimini çağın teknik ve teknolojisi ile kendi insanına ve dünyaya sunmak için kurulmuştu. Medrese ve üniversite ayrımı yapmaksızın bütün bir birikimi ve tarihi mirası derlemek ve elektronik ortamda sunmak için büyük bir çaba gösteriyorlardı.
Kum’da bizi etkileyen 37 bin yazma eserin bulunduğu ve Mar’aşî adında bir molla tarafından toplanmış ve 1353 Hicrî tarihinde kurulmuş olan kütüphane oldu. Kütüphane memurunun beyanına göre İstanbul ve Kahire’den sonra dünyada en çok yazma esere sahip üçüncü kütüphanesiydi burası. Kütüphanenin bir salonuna girebildik ve kitapların ancak yarısını uzaktan seyredebildik. XIX. Yüzyıl sömürgecisi İngilizlerin Müslümanların en büyük mirası olan kitapları kaçırdıklarını gördüğünde Molla Mar’aşî bunları elde tutmak ve bir yerde toplamak için büyük bir gayret göstermiş. Kim zaman elindekileri satarak kimi zaman borç alarak veya kimi zaman şiî dinî geleneğe göre başkalarının yerine bedel karşılığı namaz kılarak bu 37 bin kitaptan oluşan yazma eseri toplamış ve tesis ettiği kütüphanesini gelecek nesillere bırakmış ve iyi de etmiş.
Kütüphane kadar kütüphaneci de etkileyiciydi. İşine sahip ve sadık bir insandı. Anlatırken kütüphanenin önemini adeta iliklerine kadar özümsediğini hissediyorsunuz. İşinin ehli aynı zamanda bir Şiî ve İran daîsi. Bilgi ile propagandayı harmanlayarak gelen misafirlere aktarması ve anlatması hem ilginç hem etkileyici idi. Arada bir “İranlı isterse yapar” sözünü söylemesi, bir özgüvenin dışa vurumu idi. Ancak bu özgüveni İran’ın sokak, çarşı, üniversite, havaalanında aynıyla görmek mümkün değildi. Belki bu özgüven yılların Şiî kenti Kum’a özgüydü.
Kum’dan ayrılırken uğradığımız Danişgâh-ı Edyân ve Mezâhip=Dinler ve Mezhepler Üniversitesi dünyada örneği olmayan bir üniversite idi. Eğitim, kütüphane, basımevi ile tam bir kompleksi andırıyordu. Aslında burası da bir sosyal bilimler üniversitesi örneği idi. Hata buraya bir ihtisas üniversitesi demek daha doğru bir tespit olur. Yayınlarını Farsça, Arapça ve İngilizce olarak gerçekleştirmesi bütün dünyaya hitap etme arzu ve amacının gösteriyordu.
İran’da Eğitim
İran’da iki tür eğitim söz konusu. Geleneksel olan ve mollaların elinde bulunan medrese eğitimi ve modern olan üniversite eğitimi. Şah zamanından iki kurum arasında keskin bir ayırım söz konusu iken bugün bu ayrım kaldırılmaya çalışılıyor ancak tamamen kaldırılması hem düşünülmüyor hem de zor görünüyor. Bunun yerine ara kurumlar ve çözümler üretilmeye çalışılıyor. Yukarıda bahsettiğim Cağfer-i Sadık Üniversitesi ile Dinler ve Mezhepler Üniversitesi işte bu ara kurumlar olarak düşünülenlerden.
Mezunlarını istihdam noktasında da iki kurum ayrılmış durumda. Dini alanda yapılacak istihdam tamamıyla medreseden karşılanırken diğer alanlar özelilikle devlet alanında görevlendirilmeler üniversiteden yapılmaktadır. Ancak zaman zaman mollaların üniversiteyi bitirmesi veya üniversite okuyanların medreseye devam etmesi ile ara elemanlar da ortaya çıkmaktadır. Nitekim gördüğümüz kadarıyla akademik süreci tamamlayıp üniversitede öğretim elemanı olarak görev alan mollalar bulunmaktadır. Üniversiteyi bitirip medrese eğitimine başlayan ve tamamlayanların varlığından da bahsedildi. Eskiden de bunun örnekleri bulunmaktadır. Amerika’da okuyup Tahran Üniversitesine rektör olduktan sonra ünlü müfessir Tabâtabâî’nin derslerine devam eden Seyid Hüseyin Nasr işte böyle bir örnektir.
Medrese eğitiminde mütalaa ve müzakere çok önemlidir. Mütalaa, derse gitmeden önce hazırlanmak, müzakere ise dersten sonra tekrar etmektir. Anlaşılmayan hususlar olduğunda kıdemli öğrencilere veya bugün asistan denilen muîdlere sormak ve öğrenmektir. Her ikisi de tek başına değil gruplar şeklinde yapılır ve böylece medrese talebesinin birbirini desteklemesi sağlanır ve bununla yardımlaşma ruhu güçlendirilir. Kum’da bunu canlı bir şekilde görme fırsatımız oldu. Caminin içinde üçlü, dörtlü, beşli gruplar halinde çalışan medrese talebeleri bu havayı ve ortamı tam olarak yaşatıyorlardı. Öbek öbek ders çalışman, mütalaa ve müzakere yapan öğrenci gruplarını medrese avlularında da görmek mümkündür.
Kâşân
İsfahan yoluna girdiğimizde karşımıza Kâşân levhası çıktı. Muhyiddîn İbn Arabî’nin ünlü şarihlerinden Osmanlı’nın ilk müderrisi olan Davud-i Kayserî’nin hocası Abdurrezzak el-Kâşânî’nin ismi zihnimde şimşek gibi çaktı. İstişare neticesinde ve otobüs şoförümüzün de kabul etmesiyle Kaşan’a uğramaya karar verdik. İyi ki de uğramışız. Abbasiler döneminde kurulan ilk sultanlıklardan olan Saffarîlerden itibaren kullanılan Bağ- ı Könne=Eski Bahçe adıyla bilinen muazzam saray bahçesi bizi bekliyordu. Selamlığı, köşkleri, hamamları ile muazzam bir bahçe. Kur’an’da cennetin tasvir edildiği gibi alt taraflarından ırmakların aktığı bol ağaçlı, enva-i türden çiçekleri ile göz alan, gönül okşayan bir bağ. Öyle bir sistem kurmuşlar ki, küçük küçük gözeneklerden sular kaynıyor ve bahçenin her yanında ağaçların altından şırıl şırıl akıyordu. Gözümüz ve gönlümüz o bahçede kalarak düştük İsfahan yollarına.
İsfahan
Bu şehir için “İsfahan nısf-ı cihân=İsfahan dünyanın yarısıdır” diyor İranlılar. Bu söz biraz abartılı geliyor ve bize de öyle geldi duyduğumuzda. Ama gördüğümüzde hiç de abartı olmadığını hatta az bile geldiğini iliklerimize kadar hissettik. Sasanîlerden İslam Devletine oradan Selçuklulara, Safavilere kadar bir çok hanedana ev sahipliği yapmış zerafetin en çok yakıştığı, güzelliğin tek ona aitmiş gibi durduğu, kimselerin almaya, götürmeye kıyamadığı düz ovada bir tarih hazinesi, bir güzellik şahaseri. Şehirde her gördüğümüz öncekini unutturacak derecede bizi şaşırttı. Akşam karanlığında girdiğimiz şehirde suyu çekilmiş koca nehrin ortasındaki devasa köprüye hayran ve şaşkın baktık kaldık. Gündüz oldu, kaldığım otel odasından baktığım sabah aydınlığındaki köprü daha bir ihtişamlıydı.
Gezmeye çıktık ve Selçuklu Sultanı Melikşah’ın genişleterek bugünkü haline gelmesini sağladığı Mescid-i Cuma beni büyüledi. Devasalığın sanatla birleştirilip zarif bir bedene sokulmuş, nakış nakış işlenmiş ve bezenmiş, göz alan, gönül çelen bir yapı. Ustalar bütün hünerlerini ve özenlerini göstermişler. Hiçbir ayrıntı atlanmamış, her yer nakış nakış işlenmiş. İşte böyle bir yapı/yapıt karşısında dil tutulur, söz yetmez ve gönül kendinden geçer. Öyle oldu ve gönlümden kopan bir duygu sızıntısı dilime aktı orada söz oldu, kelime kalıbına girdi ve ağzımdan döküldü:
“Gidersen görmeden İsfahanı
Sorar münker nekir sana anı”
Çıktık oradan başka bir hal içinde. Tarihi halıların sergilendiği ve satıldığı bir halı mağazasında ben bu şiiri okuduğumda. Tevfik Yücedoğru bey, ben de bir beyit söyleyeyim dedi.
“Sorarsa sana Melihşah’ı
De ki ondan Allah razı”
İşte bu! Söze bakma, kelimeleri sayma, uzun kısa deme, hiç soru sorma, aklına fırsat verme, kimselere danışma. Git ve gör… Selçukluyu gör, ihtişamı gör, heybeti gör, heybetin zerafet elbisesi içinde küçülüp gönle girip orada nasıl büyüdüğünü gör…
İlmek ilmek işlenen tuğlalar, toprağın sanata dönüşüp çini şeklinde sergilendiği duvarlar. İşte onları gör… Hepsinden önemlisi Selçuklunun, onun ulu sultanı Melikşah’ın bize kalan eserlerini gör…
Bir şey içimi burktu. Camilerin en güzel süsü insandı. Ve orada insan yoktu. Gelen geçen gezginler vardı ve onlar ancak gelip geçmek için oradaydı. Orada namaz kılınmalıydı, orada ezan okunmalıydı, orada sela verilmeliydi. Sergi olmalıydı üstüne secde edilen. Sevgi olmalıydı oraya gönülleri çeken. Muhabbet akmalıydı şadırvanlarından. Hepsinden önemlisi insan sesi olmalıydı. Eskiler gitmiş, yeniler onların yerini dolduramamıştı. Hepimize aynı mahzunluk çökmüş olacak ki, aklımıza geldi ve orada Kur’an okuduk. Kârî dostlarımız Kur’an okudu, biz dinledik. Hayır biz dinlemedik, yıllardır o sese hasret, tuğlalar dinledi, çiniler dinledi, yerler dinledi, gökler dinledi. Bu kadar mı? Hayır! Melekler dinledi, cinler dinledi, Rabbim dinledi…
Yapının küçük bir kısmı mescide ayrılmış, geri kalanı müzeye dönüştürülmüş. Seyirlik meta. Ayasofya geldi aklıma hüzünlendim…
Oradan şehrin daha bir merkezine doğru yöneldik. Mihmandarımız “Gözünüzü kapatın ve ben demeden açmayın” diye bir ricada bulundu. “Bu da ne!” diye düşündük içimizden. Ama haklıymış. “Açabirsiniz!” dediğinde gördüğümüz, o ana kadar gördüklerimizi unutturacak güzellikte ve görkemdeydi. Görkem ile güzellik bu kadar mı birbirine yakışır! Nakş-i Cihan meydanı… Başka söze ne hacet. Koca bir meydan. Ama meydana baktığınızda her şeyi bir çırpıda görebileceğiniz kadar gözünüze yakın. Bu yakınlık, içinizde büyümekte ve görkem ile güzelliğin izdivacına sizi şahit kılmakta. Bir tarafta Safevilerden kalma saray, bir tarafta Mescid-i Cuma, bir tarafta koca bir medrese. Meydanın etrafı kapalı çarşı. Söylendiğine göre Tienennan meydanından sonra dünyanın en büyük tarihi meydanı burası. Ön taraftan baktığınızda iki kat arkadan baktığınızda dört kat olan saray, dönemin Safevi sultanı tarafından Topkapı Sarayına nazire olarak yapılmış. Yavuz Sultan Selim Farsça şiirler yazar, Şah İsmail buna karşı Türkçe nazireler söylermiş. Bu saray için de bunun bir benzeri söz konusu. Osmanlı Topkapı sarayının kapısında Farşça terkip şeklinde “Bab-ı Alî= Yüce Kapı” yazılıdır. İsfahan’daki sarayın kapısında ise Türkçe terkip şeklinde “Âlî Kapu=Yüce Kapı” ibaresi yazılıdır.
Bu meydandaki mescid-i Cuma görkemiyle ve zerafetiyle görenleri adeta büyülüyordu. Bunu anlatmak, kelimelere dökmek mümkün değildir. O mescidin de yine küçük bir bölmesinde namaz kılınıyordu. Cuma günleri namaz için tamamının kullanıldığı söylendi. Biz orada Şiî geleneklere uygun olarak öğle ve ikindi namazını cemaatle kıldık. Bu bizim için değişik bir tecrübe idi. Doğrusu içimizden bir çoğu ilk defa böyle bir tecrübe yaşıyordu. Namazda bir farklılık yoktu. Farklılık, öğle ile ikindinin birleştirilmesi, Şiîlerin secde mahalline ateşte pişirilmiş bir taş koyup ona secde etmeleri ile bazı duaların değişik okunmasından ibaretti. Onların ateşte pişirilmiş taşa secde etmeleri, mezhepleri gereği tabiî bir nesne üzerine secde etme gerekliğinden kaynaklanmaktadır. En şaşırtıcı olan, müezzinin cemaate dönerek görev yapmasıydı. Bazı arkadaşlar müezzinin bu haline bakarak “namaz moderatörü” ismini taktılar.
Meydanın etrafındaki çarşısının büyüklüğünü anlatmak için şunu söylemek yeterlidir: Bütünü gezmeye kalktığınızda birkaç saatinizi alır. Bir benzetme yapmak gerekirse İstanbul Kapalı Çarşısını bir meydanın etrafına dizin işte o büyüklükte bir çarşı meydana gelir.
İsfahan’da son gezdiğimiz yer, Safevî sultanlarının selamlık olarak kullandıkları Bağ-ı Çihilsutun= Kırk Sütün Bahçesi adlı saray oldu. Hakikaten saray o ana kadar gördüğümüz eserlerin daha bir görkem ile güzelliğin karışımını sunuyordu. Duvarları Safevilerin yaptığı savaşları, devlet adamları ile yaptığı görüşmeleri tasvir eden resimlerle bezenmişti. Eski İran kültürünü yansıtan resimler de bulunmaktaydı. Resimlerden bize en tanıdık gelen Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında geçen Çaldıran savaşını konu alan duvar resmiydi. Resimde Yavuz, at üstünde sakallı, Şah İsmail ise yine at üstünde sakalsız ve bir kulağı küpeli olarak çizilmişti. En azından mihmandarımızın verdiği bilgi bu idi. Halbuki biz Yavuz’u sakalsız ve küpeli olarak biliriz. Ya bizim bilgimiz yanlıştı ya da mihmandarın bilgisi… Sarayın bahçesi hakikaten görülmeye değer. Güllerin bin bir çeşidi ve ağaçların yemyeşili oradaydı. Suyun berraklığı, güllerin rengi, çiçeklerin kokusu, ağaçların yeşili ve gökyüzünün maviliği adeta orada birbirine karışmış ve bir muazzam görsel sanat şölenine dönüşmüştü.
Bir akşam vakti, güneşin batışını; taşı, toprağı, ağacı ve insanı önce kızıla sonra kurşuni bir renge boyamasını seyrederek ve İsfahan köprülerinin fülulaşan ve billurlaşan ihtişamını içimize yedirerek ayrıldık. Göz görmez oldu, kulaktan işitmez oldu ama gönül orada kaldı, o güzellikler gönle taht kurdu. Tuğrul Beyin, Alparslan’ın, Melikşahın, Nizamülmülk’ün, Razî’nin, Gazzalî’nin yurdunda teşehhüt miktarı bir uğramışlığımız oldu.