Hz. Peygamberden (sav) yaklaşık iki yıl sonra (M.573) Mekke’de dünyaya geldi. Kureyş’in Teymoğulları kabilesine mensuptur. Babasının adı Osman olup Ebû Kuhâfe künyesiyle tanınmıştır. Annesi ise Ümmü’l-Hayr Selma bint. Sahr’dır. Cahiliye döneminde Abdü’l-Kâbe olan ismi, Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber (sav) tarafından Abdullah olarak değiştirilmiştir. Hz. Ebû Bekir’in (ra) Allah Rasûlü’nün (sav) kendisini cehennemden azat edildiğini müjdelemesi sebebiyle “Atîk”, Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğini ve getirdiği haberleri tereddütsüz kabul etmesi sebebiyle de “Sıddîk” olarak tanınmıştır. Onun diğer bir hususiyeti de kendisi hayatta iken bütün aile fertleri İslâm’a girmiş tek sahâbî olmasıdır.[1]
Hz. Ebû Bekir (ra) gençliği döneminde ticaretten elde ettiği kazanç sayesinde Mekke’nin varlıklı insanları arasına girmeyi başardı. Zenginliğiyle de İslâmî tebliğin başlangıç döneminde efendilerinin ağır işkencelerine maruz kalan Bilâl-i Habeşî, Âmir b. Füheyre, Ümmü Lübeys ve Füheyre gibi Müslüman olmuş köle ve cariyeleri satın alarak onları hürriyetlerine kavuşturdu.[2]
Hz. Ebû Bekir (ra), İslâm’ı ilk kabul eden sahâbeden kabul edilir. Öyle ki, kendisi bizzat Hz. Peygamber’e (sav) gidip onunla görüşme yapmış, ardından da tereddütsüz bir şekilde Müslüman olmuştur. Kureyş’in ileri gelenlerinden olması sebebiyle onun aracılığıyla Hz. Osman b. Affân (ra), Hz. Talha b. Ubeydullah (ra), Hz. Sa‘d b. Ebî Vakkâs (ra), Hz. Zübeyr b. el-Avvâm (ra) ilk Müslümanlar arasına dahil olmuşlardır.[3]
Hz. Ebû Bekir (ra) tebliğin başlangıcından itibaren sürekli olarak Hz. Peygamber’in (sav) yanında yer aldı. Mekke müşriklerinin baskılarının dayanılmaz hale geldiği dönemlerde dahi Mekke’den ayrılmayıp, yapılan baskılara Allah Rasûlü (sav) ile birlikte direndi. Nihayet Mekke’yi de ancak Hz. Peygamber (sav) ile birlikte terk edip onun hicretteki yol arkadaşı oldu.[4]
Mekke’de olduğu gibi Medine döneminde de çok kısa süreli görevler dışında sürekli olarak Hz. Peygamber’le (sav) birlikte bulunup, bütün büyük sefer ve savaşlara onun yanında iştirak etti. Uhud ve Huneyn savaşlarında Hz. Peygamber’in (sav) canına kastedildiği çarpışmalar esnasında onu en yakınında koruyanların başında yer aldı. Allah Rasûlü (sav) Tebük seferinde en büyük sancağı ona teslim etti.[5]
Hz. Ebû Bekir (ra), savaşta olduğu gibi barış şartlarında da Allah Rasûlü’nün (sav) sürekli yanı başında olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (sav) alacağı kararlar öncesinde en çok kendisiyle istişare etmiş ve çoğunlukla da icraatında onun yaptığı teklifleri uygulamaya koymuştur. Meselâ Bedir esirlerine nasıl muamele edeceği konusunda ashâbıyla yaptığı istişarenin ardından Hz. Ebû Bekir’in (ra) tavsiyesini uygun bulmuş, bu doğrultuda esirleri fidye karşılığında serbest bırakmıştır.[6]
Hz. Ebû Bekir (ra), Hicretin 9. yılında gerçekleşen hac mevsiminde Allah Rasûlü (sav) adına hac emiri olarak görev yaptı. Bundan bir yıl sonra gerçekleşen veda haccında da Hz. Peygamber’in (sav) en yakınında yer aldı.[7]
Hz. Peygamber (sav), vefatına sebep olan rahatsızlığı esnasında namazı kıldıramayacak duruma geldiğini anlayınca imâmet görevinin Hz. Ebû Bekir (ra) tarafından îfâ edilmesini istemiş, o da Allah Rasûlü’nün (sav) vefatına kadar Mescid- Nebî’de Müslümanlara namaz kıldırmıştır.[8] Allah Rasûlü’nün (sav) vefatının ardından Ensâr ve Muhâcir ileri gelenleri arasında gerçekleşen görüşmeler sonucunda Hz. Ebû Bekir (ra) her iki tarafın da biatını almak suretiyle halîfe seçilmiştir.[9]
Hz. Ebû Bekir’in hilâfet görevine gelmesiyle birlikte, daha önce işaretleri alınmaya başlayan ridde (dinden dönme) olayları daha da yayılmış, öyle ki, Arap Yarımadası’nın neredeyse tamamında Medine’deki siyasî otoriteye karşı isyanlar başladı. Bu isyanlarda başı çekenler, aynı zamanda kendilerinin de peygamber olduğunu iddia eden Müseylime ve Secah gibi şahıslardı. Bu süreçte bazı Arap kabileleri ise Müslümanlık üzere kalmayı sürdüreceklerini, ancak zekât vermeyeceklerini ilân etmişlerdir. Başta Hz. Ömer (ra) olmak üzere bazı ashâb önderleri, dinden dönmeyen ancak zekâttan kaçınanlarla bir süre savaşılmamasının uygun olacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak Hz. Ebû Bekir (ra), namazla zekâtın arasını açanlarla sonuna kadar savaşılacağını ilân etmiş ve hem dinden döndüğünü duyuran, hem de zekâta karşı çıkan bütün kabileler üzerine ayrım yapmadan topyekun askerî harekâta girişmiştir. Onun bu kararlı tutumu sayesinde kısa sürede Arabistan’a tekrar Müslümanlar hakim olmuşlardır. Bu sebeple Hz. Ebu Bekir’i (ra), Hz. Peygamber’den (sav) sonra Arap Yarımadası’nda siyasî birliği sağlayan kişi olarak kabul etmek mümkündür.[10]
Arabistan’da birliğin sağlanmasının ardından Hz. Ebû Bekir (ra), daha önce Hz. Peygamber’in (sav) nihâî hedefi olan dinin dünyaya yayılması gayesi gereğince Yarımada dışına çıkarak Kuzey-doğu da İran, Kuzey-batı da ise Bizans’ın hakimiyetindeki topraklar ve buralarda bulunan kabileler üzerine askerî seferler başlattı. Bu adımlar daha sonra gerçekleştirilecek olan İran ve Bizans fetih harekâtının da ilk adımlarını teşkil eder. Nitekim onun zamanında Müslüman ordular özellikle Şam cephesinde önemli başarılar kazanmışlar, Bizans’ın doğu bölgelerinde bulunan önemli şehirleri sırasıyla ele geçirmişlerdir. Bu bölgedeki fetih haberlerinin gelmesi sırasında Hz. Ebû Bekir (ra) 22 Cemâziyelâhir 13 (23 Ağustos 634) tarihinde vefat etti.[11]
Hz. Ebû Bekir (ra), hem cahiliye döneminde, hem de tebliğ sonrasında Hz. Peygamber’in ( sav) en yakın dostu kabul edilir. Daha sonra kızı Hz. Âişe’nin (rah) Allah Rasûlü (sav) ile evlenerek müminlerin anneleri arasına katılması da onlar aralarındaki dostluk bağını daha da güçlendirmiştir. Nitekim Rasûl-i Ekrem’e (sav) en çok kimi sevdiği sorulduğunda ilk önce Hz. Âişe’nin (rah), ardından da babası Hz. Ebû Bekir’in (ra) adını vermiştir.[12]
Hz. Ebû Bekir (ra), güzel ahlâkı, doğruluğu ve cömertliği ile hem calihiye döneminde hem de Müslümanlığından sonra dost düşman herkesin takdirini ve saygısını kazanmış bir şahsiyettir. O, cahiliye döneminde dahi putlara tapmamış, kendisini, zamanının insanlarının müptela oldukları bütün cahiliye davranışlarından korumuştur. Varlıklı haline rağmen mütevazı oluşu, insanlara karşı hoşgörülü davranması, yumuşak huyluluğu ve merhameti ile ashâb arasında örnek bir şahsiyet haline gelmiştir. Niyetim Allah Rasûlü (sav), ümmeti arasında en merhametli kişinin Hz. Ebû Bekir (ra) olduğuna işaret etmiştir.[13]
Hz. Ebû Bekir (ra), örnek kişiliği yanında aynı zamanda alim ve fazıl bir kişiydi de. Ashâb arasında Kur’ân-ı Kerîm’i en güzel okuyanlardandı. O kadar ki, okuyuşundan etkilenen kişilerin sayısı artmaya başlayınca Mekke müşrikleri onun açıktan Kur’ân okumasını ve dışarıdan görülecek bir şekilde namaz kılmasına engel olmaya çalışmışlardır.[14] Aynı zamanda etkili bir hatip olan Hz. Ebû Bekir (ra), bu kabiliyetini Müslümanlara nasihat yolunda kullanmıştır. Nitekim bir hutbesinde halka şöyle seslenmiştir:
“Bir millet, Allah yolunda cihadı terk ederse zillete dûçâr olur. Bir millet arasında kötülükler yaygın olursa Allah onlara umumî bir belâ verir. Allah’a ve Râsulüne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Şayet onlara isyan edersem bana itaatiniz gerekmez. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun”.[15]
İslâm’ın insana verdiği değeri anlayan ve bunun uygulamalarıyla en güzel bir şekilde gösteren Müslüman önderlerin başında Hz. Peygamber’den (sav) sonra şüphesiz Hz. Ebû Bekir (ra) gelir. Bu sebepledir ki, fethe gönderdiği ordu komutanlarına, gittikleri bölgeleri talan etmemelerini, ağaçları kesmemelerini, düşmanın hayvanlarını keyfi olarak telef etmemelerini, kendilerine kılıçla mukabele etmeyenlerle savaşmamalarını, kadın ve çocuklar ile din adamlarına karşı silah kullanmamalarını emretmiştir. Ona göre Müslüman askerler sulh esnasında olduğu gibi, savaşırlarken de İslâm’ı temsil ettiklerini unutmamalıdır. Zira ancak böyle bir anlayış, savaşları kin ve intikam kavgasından cihad metodu haline getirebilir.[16]
Yaşayışı ve davranışlarıyla ashâba ve kendisinden sonraki bütün Müslümanlara örnek olan Hz. Ebû Bekir (ra), bu hususta Allah Rasûlü’nün (sav) de takdirini kazanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (sav), “Muhakkak ki, arkadaşlığı hususunda da, malı hususunda da insanların en cömerdi Ebû Bekir’dir. Ümmetimden kendime bir dost edinseydim Ebû Bekir’i edinirdim” sözleriyle onu övmüştür.[17]
Hz. Ömer (ra) ise onun hakkında şöyle bir tespitte bulunmuştur:
“Rasûlüllah bizden Allah yoluna mal sarf etmemizi istediğinde ben Ebû Bekir’i geçmek için malımın yarısını teslim ettim. Allah Rasûlü aileme ne bıraktığımı sorduğunda ben de malımın geri kalan yarısını bıraktığımı söyledim. Birazdan Ebû Bekir geldi ve sahip olduğu malının tamamını verdi. Rasûlüllah aynı soruyu ona da sorduğunda şu cevabı verdi: Ben aileme Allah’ı ve onun Rasûlü’nü bıraktım. Bu cevabı duyunca ben de kendi kendime onu hiçbir şeyde geçemeyeceğimi anladım”.[18]
[1] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, III, 171-172.
[2] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I, 340.
[3] İbn Hişâm, I, 267-269.
[4] İbn Sa’d, III, 172-173.
[5] İbn Sa’d, III, 175.
[6] Müslim, Cihad, 58; Tirmizî, Cihad, 34; İbn Abdilberr, el-İstî’âb, III, 880.
[7] Vâkıdî, Meğâzî, III, 1077.
[8] İbn Sa’d, III, 178-181.
[9] Buharî, Fedâil, 5, Meğâzî, 11; İbn Hişâm, IV, 310; İbn Sa’d, III, 181-188.
[10] Vâkıdî, Ridde, s. 49-50; Taberî, Tarihu’l-Ümen ve’l-Mülûk, III, 223, 242-244.
[11] Taberî, II, 419-420.
[12] Buhârî, Fedâil, 5; Müslim, Fedâil,8; İbn Mâce, Mukaddime, 27.
[13] İbn Sa’d, III, 176.
[14] İbn Hişâm, II, 11-13.
[15] Vâkıdî, Ridde, s. 48; İbn Hişâm, IV, 311.
[16] Taberî, III, 226-227.
[17] Buhârî, Fedâil, 2, 4; Müslim, Fedâil, 4-6; İbn Sa’d, III, 176.
[18] Ebu Dâvûd, Zekât, 27; Dârimî, Zekât, 17, 27. Ayrıca bk. Fayda, Mustafa, “Ebû Bekir”, DİA, X, 101-108.