Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisi’nin tanımına göre misyonerlik: Evrensel dinler ve özellikle Hıristiyanlık bağlamında dinin yayılması amacıyla yapılan sistematik faaliyetlerdir. Aslında bu faaliyetler bütün dinlerde bulunur. Ancak Hıristiyanlık özelinde bu faaliyet Pavlus’un “ne yapıp edip insanların Hıristiyanlığa kazandırılması” sözünün bir gereği olarak burada tek amaç vaftiz edip ne yolla olursa olsun insanların Hıristiyanlaştırılmasıdır. İslam’da tebliğ esastır. Bunun amaç ve kapsamı insanları bilgilendirmekten ibarettir. Çünkü “dinde zorlama yoktur” (el-Bakara 2/256) kaidesi İslam’ın temel esaslarındandır. Hz. Peygamber’e (sav) yönelik “Sana düşen ancak tebliğ etmektir, onların hesaplarını görmek bize aittir” (er-Ra’d 13/40) mealindeki ayet de bu ilkeyi desteklemektedir.
Hıristiyanlar misyonerlik faaliyetlerini yerine getirmek için birçok gezilere çıkmakta ve ülke ülke dolaşmaktadırlar. Bu ülkeler içinde İslam coğrafyası önemli bir yer tutmaktadır. Başta Hint Alt katası olmak üzere birçok ülkede açtıkları okullar ve yaptıkları faaliyet ile dikkat çekmektedirler. Misyoner denilen bu yabancılar, sahip oldukları dini yaymak ve kendilerince insanları hidayete kavuşturmak arzusunda olan kişilerdir. Aslında her din mensubu bu iki arzuyu sürekli taşır. Zaten bu arzular olmasa bir dinin ayakta kalması mümkün değildir.
İslam coğrafyasında onlarla ve faaliyetleriyle ilgili çeşitli tedbirler alınmıştır. Bu tedbirlerin başında yapılan bu faaliyetlere yönelik bilimsel yayınlar gelmektedir. Sözgelimi Hint Alt Kıtasında Delhili Rahmetullah Efendi’nin yazdığı Izharu’l-Hak adlı çalışma ile İstanbul’da Hazırlanan Anglikan Kilisesi’ne cevap şeklindeki çalışma buna iyi ve çarpıcı örnektir. Ancak anılan faaliyetlere yönelik esas çalışma, iç bünyenin yani sahip olunan inancın misyoner faaliyetlerine karşın güçlendirilmesi, tahkim edilmesi ve çeşitli koruma tedbirlerinin geliştirilmesi şeklinde olmalıydı.
Görünen o ki, bazı İslam ülkelerinde tedbir denildiğinde sadece güvenlik tedbiri akla gelmekte, bu faaliyetlere yönelik bilimsel çalışmaların desteklenmesi ve dini inançların güçlendirilmesi bir yana, çeşitli gerekçe ve sebeplerle dinin mevcut halinin bile zayıflatılması yönünde adımlar atılmıştır. Üstelik bu politikaları güdenler, aynı zamanda misyonerlik faaliyetinden en çok rahatsız olduğunu söyleyenlerdir. Bu açık çelişkiye rağmen bu durum hala bazı ülkelerde devam etmektedir. Halbuki sadece emniyet tedbirleri veya bu durumdan sözde şikayetler ile bu tür faaliyetlere karşı başarılı olunması söz konusu değildir. Hatta bu türden tedbir ve davranışın olumsuz yansımaları dahi olmaktadır. Sözgelimi İslam dininin kaba kuvvetle yani kılıç zoruyla yayıldığını eskiden beri iddia eden misyonerlerin eline, bu dinin şu anda da kaba kuvvetle varlığını sürdürdüğü gibi bir argüman verilmektedir. Halbuki İslam, ne geçmişte ne de şu anda kaba kuvvete ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, Hz. Peygamber (sav) döneminde Hudeybiye barış anlaşmasının akabinde ve Ömer b. Abdulaziz’in ılımlı yönetim döneminde İslam daha çok yayılmış ve insanlar dalga dalga bu dine koşmuşlardır. Misyonerlere karşı fikri mücadele yerine kaba kuvvete dayanan bir mücadele tercihi başta İslam’a karşı yapılmış haksızlıktır.
Gelinen noktada şunu düşünmek gerekir: “Misyonerlik faaliyeti yürüten insanlara yönelik ilk ve öncelikli uygulama kaba kuvvet ve zecri tedbirler mi olmalıdır? Yoksa mensubu bulunduğumuz dini güçlendirmeye ve çerçevesini tahkim etmeye yönelik bir çaba içerisinde mi olunması gerekir?
Hazır ol vaziyetinde değil de rahat pozisyonda düşünüldüğünde, doğal olarak ikinci soruya öncelik verilir ve cevap ve tepki ona göre oluşur. Çünkü şayet biz, bir dine mensup isek ve bu dinin, süren ve sürdürülebilen bir din olmasını arzu istiyorsak, öncelikle ona yönelik gerekli özeni göstermeliyiz ve üzerimize düşen vecibeleri yerine getirmeliyiz. Aksi takdirde dinin yaşaması söz konusu değildir. Hem dinin kamusal alanda görünürlüğünü en aza indirmeye çalışmak hem de bunun neticesinde oluşan boşluğu doldurmasını ondan beklemek büyük bir çelişki ve haksızlıktır. Diğer bir deyişle hem din ile olan irtibatımızı ‘vicdanî bağlılık’ adı altında en aza indirgemek hem de bizden sonraki nesillerin bu dine mensup olmalarını beklemek yine açık bir çelişkidir. Eğer biz misyonerlere karşın çocuklarımızı yani gelecek nesilleri korumayı hedefliyorsak, şunu bilmeliyiz ki: Çocuk taklit yoluyla bir şeyler öğrenir, taklit de görünürlüğü olanlar için söz konusu olur. Diğer bir ifade ile kültür intikali veya sürekliliği öncelikle taklitle başlar. Vicdanî olanın taklidi olmaz. Dolayısıyla vicdanî düzeyde bulunan bir fikrin veya arzunun nesiller arasında intikali de mümkün değildir. Öyleyse biz mensubu bulunduğumuz dinin gelecek nesillere aktarılarak devam etmesini istiyorsak, görünürlüğünü gerekli ölçüde sağlamak ve hatta garantiye almak zorundayız. Aksi takdirde boşluğu başka bir dinin veya gece kondu inançların doldurması kaçınılmazdır.
Bunu sağlamanın en temel yolu eğitimdir. Dinin belli ölçüde eğitim kurumlarında öğretilmesi, hatta belli düzeyde eğitim yoluyla sonraki nesillere aktarılması, gelecek neslin ve kültürün garantiye alınması için bir gerekliliktir. Bu eğitim ve onunla gerçekleşecek aktarma faaliyeti açıktan ve legal yollardan yapılamasına izin ve imkan verilmezse, doğal olarak insanlar bu ihtiyaçlarını kapalı ve illegal yollardan yapmanın çaresini ararlar. Bulamayanlar ve mevcut fiilî durumu benimseyenler de sonraki nesillerinin istemedikleri ve korktukları yabancı din ve inanca yönelmesine; toplum içerisinde gece kondu inanç diyebileceğimiz batıl ve zararlı bir takım inançların doğmasına seyirci kalmaktan öte bir şey yapamazlar. Ya vicdanları sızlayarak gelişmelere boyun eğerler veya öfkeyle kalkıp zararla otururlar.
Netice itibariyle bilmemiz gerekir ki, esas tehlike misyonerler değil, bizim mensubu bulunduğumuz dine çelişkili yaklaşımımızdır. Eğer biz, dine yaklaşımımızı çelişkilerden arındırıp tutarlı bir tavra dönüştürebilirsek, misyonerlerin etkisini en aza hatta sıfıra indirebiliriz. Zira yasaklamalarla ve zecri tedbirlerle bir fikrin yok edildiği ve yayılmasının durdurulduğu tarihte görülmüş değildir. Hıristiyanlığa karşı Roma’nın başarısızlığı; bütün dinlere karşı Sovyetler Birliği ve Çin gibi komünist sistemlerin yürüttüğü politikanın sonuçsuz kalması bunun en açık örnekleridir.
Aslında İslam coğrafyasında taraflar arasında anlaşılamayan nokta, dinin görünürlüğünün ne boyutta olacağıdır. Bunun yolunun da uzlaşma olduğu açıktır. Ancak uzlaşmanın iki şartı vardır: a. Rahat olmak b. Duygusallığı en aza indirgemek. Maddî ve manevî olarak rahat olmayan insanlar tedirgin insanlardır ve bunların sağlıklı düşünmesi pek de mümkün değildir. Duygu yoğun insanlar da, aklî muhakemesini tam kullanamayanlardır. Durum böyle olunca bu kişinin karşı tarafı anlaması imkansız hale gelmektedir. Ayrıca tedirginlik, şüpheciliği ve güvensizliği; duygusallık ise, aşırı tutuculuğu beraberinde getirir. Dolayısıyla tedirginlik halini terk edip işi, güven bunalımına dönüştürmeksizin karşı tarafı diğer bir deyişle ötekini anlamaya çalışmak öncelikli olmalıdır. Öte yandan duygusallık dozunu yükselterek tutucu pozisyona düşmekten de kaçınılması gerekir.
Bu ve benzeri yaklaşımlarla kendimizi tanımamız ve ihtiyaçlarımızı tespit etmemiz mümkün hale gelir. Bu da bizi yeniden dinimizle olan mensubiyet bağlarını gözden geçirmeye ve güçlendirmeye götürür. Sonuçta dinimizi, kültürümüzü bu ikisiyle birlikte kişiliğimizi ve kimliğimizi güvence altına almış oluruz. Bu da misyonerleri tehlike olmaktan kendiliğinde çıkartır. Nitekim atalar “evini sağlam kilitle, komşunu hırsız tutma” demişlerdir.