Zaman Mekan İçinde İnsan ve Kaderi




“Bir zaman Rabbin meleklere ben kupkuru çamurdan ve surete bürünmüş balçıktan bir insan yaratacağım demişti” (el-Hicr 15/28). Allah bu insanı ‘halife’ olarak niteledi ve yaratacağı yerin de Yeryüzü (el-Ard) olduğunu belirtti. İnsanı bir sınamaya tabi tuttu, İblis’in telkinine kapılan ilk insan Hz. Adem sınamayı kaybetti ve bulunduğu yerden çıkarıldı. Bu olaydan sonra Yeryüzü insan için bir konaklama ve yaşama mekanı kılındı. Ancak burada kalmak bir süre (mühlet) ile sınırlandı (bk. el-Bakara 2/30-36). İşte o günden bugüne insanoğlu bu zaman ve mekan koridorunda ömür müddeti dolana kadar hayat mücadelesini sürdürmektedir. Zaman ve mekan insan için bir imkanlar alanı olduğu kadar gelecek ve geçmiş yönünde çift yönlü sınır koyan ve bununla adeta engelleyici vazife gören bir çerçevedir. Bu çerçeve içerisinde insan, sınırlı hareket imkanına sahiptir. Her ne kadar mekan içinde ileri-geri, sağ-sola gidip gelebilse de, zaman içinde hareketi tamamen kısıtlıdır. Bir az önce olmuş bitmiş bir olayı dönüp yenide yaşama veya tekrarlama imkanı yoktur. Biraz sonra ne olacağını bilmesi de mümkün değildir. Terk ettiği mekana döndüğünde, aynı mekanı bulamaz. Çünkü zaman geçmekte ve buna bağlı olarak mekan değişmektedir. Öyleyse her an yeni bir mekan ile birliktedir. Anın değişmesi mekanın değişmesini beraberinde getirir. Ancak mekan içindeki değişiklikler, çoğu zaman geç fark edilir. Çünkü mekanın değişim yavaş işler. Haliç’in kirlendiğini ancak üzerini siyahlık kapladığında ve burnumuza kötü kokular geldiğinde fark ettik ve “Eyvah Haliç kirlendi” dediğimizde artık çok geçti.

Aslında zaman ve mekan, doğumla girilen ve ölümle terk edilen bir koridordur. Allah insanı bu zaman ve mekan koridorunun küçük bir diliminde, adeta bir nokta olarak yarattı. Mekan, ayak basılan yer; zaman, içinde bulunulan an ve insan, bunlarla sınırlı bir varlıktır. Bundan dolayı insanın bilgisi ancak içinde bulunduğu zaman ve mekan ölçüsündedir. Ama insanın merakı sınırsızdır. Dünyanın nasıl kurulduğu, neyin ne zaman yaratıldığı, var oluş serüveni, olmuş bitmiş olaylar ve sonuçları insanın öğrenmek isteği hususlardandır. Bunu bilmek için insanoğlu adına ‘tarih ilmi’ denilen bir ilim oluşturmuştur. Gelecekteki yani koridorun devamındaki insanın merakına çare olsun diye, günlükler tutulmuş, hatırâtlar yazılmıştır. Vak’anüvist mesleği icat olunmuş, onlar marifetiyle olaylar kayıtlara geçirilmiştir. Yüzlerce tarih, hatırât, tezkire yazılmış, ama insan oğlunun geçmiş merakını tatmin edememiştir. Daha somut verilere ulaşmak için ‘arkeoloji’ denilen toprak altında somut veri araştıran ‘kazı ilmi’ doğmuştur. Ama bunların verdiği bilgiler de neticede kazı yapılan mekan ile sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla insanın geçmişi bütün açıklığı ve çıplaklığı ile bilmesi mümkün değildir. Çünkü geçmişe gidip, yerinde araştırma yapması imkanı bulunmamaktadır.

Gelecek konusunda ise insanın eli kolu hepten bağlıdır. Falcılardan, büyücülerden, kahinlerden, medyumlardan insan medet umar. Ama hiçbirisi onun geleceğini bilme arzusuna cevap veremez. Çünkü gelecek, bir sır, bir belirsizliktir. Adeta insan zaman koridorunda önünde kalın ve kesîf bir perde ile yürümektedir. Her anı bir adım düşünürsek, her adımda o perde bir kademe iler gitmekte ve o andaki görüntüler insanın duygu dünyasına yansımaktadır.

Kader, dediğimiz işte bu insanın geleceğinin ne olduğunun ve nasıl olacağının bilgisidir. Acaba doğumundan itibaren insanın geleceği belirlenmiş midir; yoksa her fert gelecek programını kendisi mi çizmektedir? Bu soruya kolay bir cevap verme imkanımız maalesef yoktur. Belki insanın kendisi ile çevresini ayrı ayrı düşündüğümüzde bir cevap bulma imkanımız olabilir.

Allah Teala insanı coğrafî ve kültürel olarak şekillenmiş hazır bir çevreye gönderir. Annesi-babası, akrabaları, komşuları gibi insanî çevre, coğrafî şartlar ve kültürel yapı kendisi dışında oluşmuş bir nevi belirlenmiştir. Bu oluşmuş ve belirlenmişliğe insanın itiraz etmesi veya müdahale etmesi söz konusu değildir. Aslında bunlar, insana sunulan, imkanlar ve şartlardır. Ya da sınırları çizilmiş bir çerçeve, akan bir nehir, gidilen bir yol, girilen bir koridordur. Özellikle insanın çocukluk devresinde karakteri bu hazır ortam içerisinde şekillenir. Ancak aklını kullanabileceği, kendi başına hareket edebileceği, diğer bir deyişle hak ve sorumluluk sahibi olduğu ergenlik çağına girdiğinde, çevresine yönelik bir takım müdahalelerde bulunmaya, oluşmuş olana itirazlar yöneltmeye başlar. Çevresindeki insanlarla ilişkilerinde, yaşadığı mekanın düzenlenmesinde müdahaleci ve eleştirel bir tavır sergiler. Bu aşamada insan çevreden etkilendiği kadar, çevreyi de etkilemeye başlar. Bu anlamda insan, çevresel şartlar ile sınırlı olsa da, çevreye yönelik etkisi ve tavır alışı dikkate alındığında özgür ve kendini ispat eden bir varlıktır. Bunu da insanoğlu Allah’ın kendisine bahşettiği akıl, irade ve kudret ile yapar. Her ne kadar insan anne-babasını değiştiremese bile, onlarla olan ilişkilerini düzenleyebilir. Kış şartlarını yaza, yaz şartlarını kışa çeviremese bile, kış ve yaz şartlarında nasıl yaşaması gerektiği hususunda bir düşünce ve tavır geliştirebilir. Ancak düşünce, istek, arzu ve niyet ortaya koymak ile bunları gerçekleştirmek ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Çünkü insanın ortaya koymuş olduğu irade, sadece fiilin bir unsurunun yani niyet ve istek kısmının yerine gelmesi anlamına gelir. Halbuki fiilin gerçekleşebilmesi için şartlar ve imkanlar diyebileceğimiz fiilin oluşum zemini ile fiilin varlık ortamına gelmesi yani yaratılması şeklinde iki unsurun daha bulunması zarureti vardır. Öyleyse insanın iradesine bağlı bir fiilin meydana gelebilmesi için üç unsur bulunacaktır. Kısaca ifade edilecek olunursa bunlar, irade, istitaat ve yaratmadır.

İrade, fiilin gerçekleşmesi yönünde bir niyet ve kastın ortaya konması demektir. Allah, insanın önünde küllî irade denilen seçenekler alanı yaratır. İnsan kendisine ait olan cüz’î iradesiyle dışardan bir müdahale olmaksızın ve özgür bir şekilde seçenekler arasında bir tercihte bulunur. Bu tercihte bulunması niyet ve kastının ortaya konması demektir. Böylece fiilin oluşumu için gerekli olan birinci unsur gerçekleşmiş olur. Bu, aynı zamanda fiilin iyi veya kötü şeklinde niteliğini belirleyen unsurdur.

İkinci unsur ise gücün yeterli olması (istıtaat) yani fiile niyet edildiğinde imkan ve şartların bulunmasıdır. Bunlardan biri bulunmazsa fiilin gerçekleşmesi söz konusu olamaz. Örneğin bir insan hacca gitmek istediğinde öncelikle imkanın olup-olmadığını gözetmesi gerekir. İmkanı dediğimiz parasal bakımdan yeterli olması, sağlık bakımından da hac yolculuğuna uygun olmasıdır. Şartlar ise, yol emniyeti ve hava durumu gibi hususlardır. Bu yüzdendir ki Allah Teala “istıtaati olan yani hac yoluna güç yetirebilecek olan kişilere” (Âl-i İmrân 3/97) haccı emreder. Buradan hareketle bir insanın bir işi yapabilmesi için öncelikle güç yetirme imkanının (istitaat) bulunması gerekir. Diğer bir ifade ile sebeplere sarılması veya sebepleri gözetmesi gerekir. Yukarıda ifade edildiği gibi kader, Allah’ın imkanlar, şartlar ve sebepler düzeni içinde alemi ve bizi yaratmasıdır. Dolayısıyla bizim için yazılan kaderin gerçekleşmesi anlamındaki kaza, bu imkanlar, şartlar ve sebepler doğrultusunda olacaktır.

Yukarıdaki belirtilen niyet ile birlikte şartlar ve imkanlar bulunduğunda, Allah Teala kişinin isteği doğrultusunda fiilini yaratır. Allah’ın yaratması insanın iradesine bağlı fiilinin gerçekleşmesi için gerekli olan üçünü unsurdur. Bu unsur belirleyici değil tamamlayıcı unsurdur. Fiilin iyi ya da kötü şeklinde niteliğini belirleyen birinci unsur, yani iradesini ortaya koymak suretiyle bir tercihte bulunmasıdır. Eğer kişinin isteği/iradesi gerçekleşmiyorsa, ikinci unsur olan imkan, şart ve sebep noktasında bir eksiklik var demektir. Yani kişinin dönüp imkanlarını ve şartlarını gözden geçirmesi gerekir.

Verdiğimiz bu sıralama göz önüne alındığında, insanın fiilinde sorumluğun kime ait olduğu açıkça görülür. Çünkü fiilin kime nispet edileceği, nitelik kazandıran unsura göre belirlenir. Fiile nitelik kazandıran yukarıda belirtildiği gibi insanın isteği, niyeti ve kastıdır. Bu hususta da Allah Teala insana hiçbir kısıtlama getirmemiştir. Yeter ki insan istek, niyet ve kastını imkan ve şartlara göre ayarlasın ve kullansın.

Demek ki insan, tercihte bulunma yani iradesini kullanma hususunda özgürdür. Özgür bırakılan bu insanın önüne Allah Teala, çok çeşitli seçenekler koyar veya insana geniş bir tercih alanı yaratır. Buna küllî irade denilir. İnsan kendisinde buluna cüz’î iradesi ile bu seçenekler arasında tercihte bulunur. Her ne kadar önüne konulan seçenekler, Allah’ın yaratmasıyla olmuşsa da, o seçeneklerden birini tercih etmesi kendi özgür iradesi ile gerçekleşmektedir. Ancak tercih yaparken, eskilerin ‘selâmetü’l-alât ve esbâb’ dedikleri coğrafi, kültürel ve doğal imkanları ve şartları gözetmesi halk arasındaki deyimle ‘vesilelere sarılması’ gerekir. Bir anlamda iradesini kullanırken aklını da kullanması ondan istenir. Çünkü anılan imkan ve şartları gözetmeksizin bir işe kalkışması, başarısızlıkla sonuçlanır. Buradan hareketle bir insanın bir işi yapabilmesi ve başarılı olması için öncelikle yukarıda zikredilen güç yetirme imkanının (istitaat) bulunması gerekir. İmkanı bulunduğunda ve şartlar müsait olduğunda Allah kişinin istediğini yaratır. Ona dilediği fiil gerçekleştirme gücü verir. Öyleyse insanın bir işi yapmaya kalkışırken öncelikle imkanını ve şartlarını gözden geçirmesi gerekir. Şartların müsait olmadığı ve imkanının da yeterli bulunmadığı bir durumda kalkışılan işin gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü Allah dünyanın düzenini böyle kurmuştur. Bu Allah’ın âdeti ve sünnetidir. İnsanın Allah’ın adeti ve sünnetinin dışına çıkması söz konusu değildir. Bunları gözetmek durumundadır.

Kısaca ifade etmek gerekirse, Allah ilk insan Hz. Adem’i oluşturduğu bir bahçe içinde yarattı, ona yasaklı ağaçtan yememe kısıtlamasını getirdi. Şeytanlık rolünü üstlenmiş olan İblis’i serbest bıraktı. Bu şartlar altında Hz. Adem İblis’in oyununa gelerek imtihanı kaybetti. Yine kendi dışında şartları oluşturulmuş dünyaya gönderildi. Allah’tan aldığı kelimelerle yönünü tayin etmeye çalıştı. Bu gün doğan bir insan Allah tarafından düzeni kurulan ve insanlar tarafından müdahalelerle bir takım değişime uğramış olan bir doğal ve kültürel çevrede dünyaya gelmektedir. İşte bu çevre onun belirlenmiş kaderidir. Her tercihinin sonucunda, belirlenmiş kaderi kaza olarak tecelli edecektir. Ancak insan, insanî ve doğal bu çevre içerisinde kendisine verilen akıl, irade ve güç ile donatılmış olarak özgür bırakılmıştır. Üstelik Allah, peygamberler göndermek suretiyle insanı, manevî olarak desteklemiştir. Yani ona yolu, yöntemi ve yapılması gerekenleri açıklamıştır. Artık kişiye yönelik bir zorlama yoktur. “Biz insana doğru yolu gösterdik, dilerse şükredenlerden dilerse nankörlerden olur” (el-İnsan 76/3). “Dinde zorlama yoktur, çünkü doğruluk ile yanlışlık açıklanmıştır” (el-Bakara 2/256).

 

  • PAYLAŞ